1 Aralık 2011 Perşembe

AMSTERDAM


AMSTERDAM

23-27 Temmuz 2007


23 Temmuz gece 2 de Kızıltoprak’tan Oya’yı alıp, Yeşilköy Havalimanına varıyoruz. Uçağımız Sabah 5:30da. Saat 8:30 gibi Amsterdam’dayız.
Amsterdam, Amstel nehri ağzındaki sulak arazide 1200lerde kuruluyor. Bu balıkçı köyü adını, Amstel nehri kıyısında kurulmasından ve burada yapılan barajdan (dam) alıyor. Şehri bölen kanallar sebebiyle, "Kuzeyin Venedik'i" tanımlaması kullanılıyor. 1385 de balığı uzun süre koruyan ve ihraç edilmesine olanak tanıyan bir saklama yönteminin keşfedilmesiyle hızla zenginleşir.
Köpekler ve gümrük memurlarını aştıktan sonra, Oya’nın 40 senedir görmediği çocukluk arkadaşı Michelangelo yani Mike bizi hava alanında bir karşılıyor ki, görmeyin gitsin. Kolları, bize vermek için aldığı 2 çiçek buketiyle dolu. Oya ile daha evvel iki arkadaşın msn’den muhabbet dolu konuşmalarını bildiğim için, ben; Oya ile Mike’ın karşılaşmasını ölümsüzleştirmek üzere, fotoğraf makinemi hazırlamış aportta bekliyorum. Onların sarılıp kucaklaşmalarını çektikten sonra, Mike ile ben de tanışıyorum. Çok tatlı bir insan. Hemen bir taksiye atlayıp, doğruca “Hotel İbis Amsterdam Center”a gidiyoruz. Otelimiz merkez tren istasyonun hemen yanı. “Dam” meydanına 200 m. mesafede, “Schipol havaalanı”ndan da trenle 25 dakika. Saat daha erken olduğu için eşyalarımızı aşağıda emanete bırakıp çıkıyoruz. Derhal 53€ ya birer “Amsterdam Card” alıp, 1,5 saatlik kanal turuna çıkıyoruz. Kartın geçerlilik süresi 72 saat. Amsterdam’ın havası çok ani değişiyor, hava yağışlı, bizim yağmurluklar ise otelde bavulumuzdaJ Kanallar neredeyse her tarafa uzanıyor. Manzara çok güzel. Yan yana oyuncak evler gibi dizilmiş olan evlerin önünden geçiyoruz. Dikkatimizi çeken şey, evlerin çatılarının birbirinden farklı olması. 3 tip çatı tarzı varmış. Bazı evlerin üzerinde tarih ve yazılar var. Eskiden tabii, evlerde daha az olduğu için, postacılar bu tarih ve yazılardan faydalanırmış. Amsterdam’da 12 000 köprü var, her yer su ve kanal. Kanal kıyısındaki mavnaların bir kısmı da ev haline getirilmiş ve bunların da içinde yaşayanlar var. Buldukları en ufak bir toprak parçasına dahi çiçek ekiyorlar. Kanal turundan sonra “İbis Center” Otelimize gidip, kümes kadar odamıza yerleşiyoruz. Odamız o kadar küçük ki her girişimizde Oya’nın bavulunun üzerinden atlamak zorunda kalıyoruz. Neyse tekrar dolaşmaya çıktığımızda yollarda laternalar görüyoruz. Mike bir tanesine para veriyor ve bizim Oya ile bir resmimizi çekiyor. Hava soğuk değil, ama az sonra ne olacağına dair de ip uçları vermiyor hani Meşhur “Dam Meydanı”na doğru ilerlerken, , Mike’ın bildiği bir pasajın, 2. katına çıkarak, yemek yiyoruz. Şanssızlık bu ya, Oya’nın üzerine bira dökülüyor. Yolumuza devam ederken, nerdeyse her mağazaya da şöyle bir göz atıyoruz. Birden bire Oya’nın Allah’ın emri buraya gireceğiz tabi dediğini duyuyorum. Çünkü karşımıza bir “Torture Museum” yani işkence müzesi daha doğrusu ortaçağ işkence aletleri müzesi çıkıyor. Oya’da benim ne derece Ortaçağ tutkunu olduğumu bildiği için daha bana sormadan biletleri alıyorJ İçeride giyotin dahil bir sürü işkence aleti var. Hatta giyotine başımı koymama Oya engel oluyor, gülüp çıkıyoruz. Aslında bu müze bize, insanlık var oldukça işkencenin de var olacağını, sadece tür değiştirdiğini gösteriyor. Sonunda Madame Tussauds Mumya Müzesinin de bulunduğu “Dam Meydanı”na varıyoruz. Oradan bir tramvaya binerek, sevgilimizle buluşmaya gidiyoruz. Yani “Van Gogh Museum” a, van Gogh’un eserlerini görmeye, çünkü Oya’da ben de kendisini çok beğeniriz. Müzede Taschen yayınlarının 25. yıl kutlaması için çıkartılmış olan, “Van Gogh” kitabını alıyorum, çok kalın bir kitap ama için de sanatçının tüm resimleri var ve 11€. Tüm ısrarlarıma rağmen Oya’ya aldıramıyorum. Müzede Oya ile transa geçiyoruz, gerçekten olağan üstü renkler ve çizimler…Max Beckmann geçici sergisini de gezdikten sonra, Mike’ın annesinden kalma ve satmak üzere olduğu evine gittik. Ev çok hoş ve yuvarlak bir meydana bakıyor. İçeriye girdiğimizde dıştan görüntüsü kadar içerisinin de çok dar olduğunu daha merdivenleri çıkarken anlıyoruz. Merdivenler tahta ve gıcırdıyorlar. Tam nostalji, artık bir Hollanda evinin içini de görmedik demeyiz.
Yukarı çıktığımızda içerde bayağı fazla eşya var. Bebekler, biblolar, beyaz bir piyano, duvarda tablolar. Mike bize eski fotoğraflar eşliğinde turta ve limoncello ikram ediyor. Evin üst katlarını da geziyoruz. Çok şirin bir ev. “Staringplein”e bakıyor. Minicik balkonları ve şöminesi var. En üst katta Hollanda evlerinin bir özelliğini daha öğreniyoruz. Çatı katı penceresinin dışında tepede bir küçük vinç ve çengeli var. Taşınırken eşyalar merdivenden değil, buradan,yani pencereden içeri alınıyor. Ev giriş ve çatı katı dahil, 5 katlı. En alt, giriş kat, arkadaşımız Mike’ın annesi tarafından atölye olarak kullanılmış. İçerden anı olarak ben iki şişe seçip alıyorum, Oya’da küçük, beyaz bir biblo. Aslında Oya çok da istekli olmamasına rağmen ben bir şey alınca, o da ayıp olmasın diye almak zorunda kalıyor Mike, akşam yemeğini evde yemeyi teklif ediyor ama biz dışarıları görmek istediğimiz için, nazikçe reddediyoruz. Bunun üzerine Mike bizi “Sea Palace” diye bir Çin restoranına götürüyor, fakat yolda iyice bir yağmur bastırınca, iç çamaşırlarımıza kadar ıslanıyoruz. Ama ölmek var yemek yemeden dönmek yok. Yemekler masaya ısıtıcılarıyla birlikte geliyor. Bira eşliğinde güzel bir yemekten sonra, otelimize gidip yatıyoruz. Bizim otelin önü de bisiklet parkı. Valla kendi bisikletini herkes nasıl buluyor anlamadım. Yığınla bisiklet var.

24 Temmuz sabah 8:30 da kahvaltıdan sonra mesaiye gider gibi gezmeye çıkıyoruz. Mike de bizle beraber tabi, yazık, yanında bir de naylon torba iki de bir bize; “mela?” “banana?” elma? muz?ister misiniz diye soruyor. İtalyanca soruyor çünkü Mike İtalya, Sicilya’da yaşıyor babası ünlü bir İtalyan tenor, yıllar evvel vefat etmiş. “Rijksmuseum”a gidiyoruz. Rijksmuseum Ulusal Müzesi Amsterdam’ın, en önemli müzesi. Koleksiyona Louis Napolyon tarafından 1808 yılında başlanmış. Asya Sanatı, Hollanda sömürge dönemi, ortaçağ heykelleri, porselenler, eski deniz teknolojileri ve silahları üzerine bir sürü eser barındırmakta. Rembrandt ve Vermeer gibi sanatçıların eserleri de bulunmakta, hatta müzenin en ünlü eseri “Rembrandt's Night Watch”. Rembrandt'ın başyapıtı sayılan 1642'de tamamladığı "Gece Nöbeti", grup portrelerinin en güzel örneğidir. Üslup bakımından portrelerindeki erişilmez canlılık, ayrıntılarla zenginleştirdiği kompozisyonlar ve Rönesans Venedik resmini anımsatan renk derinliği ile tam bir sentezdir. Yapıldığı dönemde Hollanda'da bir tür sosyal klübe dönüşmüş şehir milisi bölüklerinden birini konu alır. Eserin başına gelmedik kalmamıştır. 1715'te ilk teşhir yerinden Amsterdam şehir müzesi'ne taşınırken kapıdan sığmadığı için dört tarafından kırpılır. Şu an elimizdeki resim eksiktir yani. 2 kez de bıçakla ve asitle saldırıya uğramıştır. Resmin meczupların bu kadar ilgisini çekmesinin asıl nedeni Amsterdam şehri'ne ait bir kutsal emanet gibi görülmesi. Eserin kurşun dökümden bir modelini “Rembrandtplein”e yapmışlar. Aralarına girip fotoğraf çektiriyoruz, süper sanki insan kendini o dönemde onlardan biri gibi hissediyor.
Rijksmuseum, 9 ile 18 arası açık. Biletler 12,50 €. Biz müzeyi çok beğeniyoruz. Ben 30€ a müzenin satış mağazasından Rembrandt’ın ve o dönem ressamların tablolarında görülen bardaklardan yapmışlar, onlardan bir tane alıyorum. El yapımı uçuk yeşil, camdan. Çok etkileyici.
Müzeden, “Singel”de ki, meşhur çiçek pazarına gidiyoruz. Hollanda lale soğanları dahil, tohum, soğan ve çiçek dolu, insanın gözü gönlü açılıyor. Oya oradan arabama çok şirin bir melek alıyor.
Hollanda’nın, mavi beyazı daha çok bilinen, “delft” porselenleri ünlü. Bir dükkandan köpekler ve horozlar alıyorum.
Soluğu Remrandt’ın yeşil kapılı evinde alıyoruz. İçeride mümkün olduğunca o dönemi anımsatan, soğuktan korunmak için, dolap gibi yapılmış yataklardan var. Şömine ve diğer eşyalar hepsi o döneme uygun. Kapı girişinde sergilenen bazı objeler, evin tamiratı esnasında, yıllar sonra, lağım çukurunda bulunmuş. Rembrandt’ın alt kattaki resim baskı odasının, benim çok beğendiğim, yeşil taşları ise yıllarca su altında kalmış olan bir geminin ambarlarından çıkartılıp buraya döşenmiş. Evin üst katında ressamın onlarca desenleri duvarları süslüyor. Ayrıca bir bölümde o zaman için çok ilginç olan objeler konmuş, mesela doldurulmuş Afrika hayvanları, çeşitli elde yazılmış kalın defterler, kemikler yerlilere ait çeşitli silahlar v.s.
Rembrandtplein yakınlarında ki bir meydanda, Mısırlı bir garsonun hizmet ettiği restoranda ben deniz ürünleri, Oya ve Miki’de pizza yiyoruz. Sonrasında kanallar boyunca yürüyüp, etrafı iyice gözlemliyoruz. Bisiklet kullanımı çok fazla. İnsanlar gayet rahat. Her yerden tramvay geçiyor, kalabalık değil. Kanal kıyısında bir kafede oturup hem kahve içip sohbet ediyor hem de dinleniyoruz. Dolaştığımız, gördüğümüz yerler arasında, “İn de Waag” binasını çok beğeniyorum. Bu bina Rembrandt’ ın, o meşhur anatomi dersi isimli tablosuna esin kaynağı olmuş. Eskiden tartım evi ve çeşitli loncaların toplanma yeriymiş. Tabi operatörlerde dahil buna.
Akşam, “Red Light District” e gidiyoruz. Ortadan geçen kanalın iki tarafında ki evlerin altı mağaza vitrini gibi. Kimisinde yan yana camlı kapılar var. Camların ardında içerinin görünmesini engelleyen bordo perdeler. Orada, satılık eşya imiş gibi vitrinlerde müşteri bekleyen kızlar ve o görüntüler insanlık adına çok üzücü. Bu bölge çok eskiden Hollandalı açık denizlerden gelen gemiciler, denizciler için kurulmuş.
Yorgunluktan daha fazla gezemeyeceğimizi anlayınca, tramvayla otelimize dönüp yatıyoruz.

25 Temmuz sabahı gene saat 8:30 da, şirin bir balıkçı köyü olan “Volendam”a gitmek üzere, otelden ayrılıp, otobüse biniyoruz. Amacımız bir ada olan “Marken” e gitmek. Marken ahşap evleri, bol renkli ve çiçekli bahçeleri, Van Gogh’un resimlerindeki gibi açılıp kapanan köprüleri bulunan bir ada. Amsterdam’da her kapıda veya çevrede tahta ayakkabılardan görüyorsunuz. Bu tahta ayakkabıya klompen deniyor. Yapımını öğrenmek 5 yıl kadar sürüyor ve babadan oğula, usta çırak yoluyla bu gelenek devam ediyor. Yapımı ise 1, 5 saati buluyor. Şimdi makinelerde yapılıyor ama el ile yapım turistlere göstermek amacıyla öğreniliyor. Klompen eski tarihlerde tarla işçilerinin, çiftçilerin kullanması amacıyla yapılmış . Kullanımı yayılan klompenin , renginden, modelinden kişinin evli veya bekar olduğu, mesleği gibi özellikleri anlaşılırmış. Klompen yaş kavak ağacından yapılıyor.
Marken’i arkanıza alıp denize baktığınızda da, çok güzel bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Sanki eski flaman ressamların bir tablosunun içindeymiş gibi hissediyor insan. Bulutlar burada yer yüzüne daha mı yakın ne? Deniz ise her zamankinden daha mavi. Ada ise yeşiller ve çiçekler içerisinde. Su zaten her yerde. Yeşille ve mavi her yerde sevişiyorlar. Marken’de çevreyi dolaştıktan sonra acıktığımızda çiğ ringa ile bira içiyoruz. Tadını Oya beğenmese de, ben bayılıyorum. Marken Volendam arası yaklaşık 25 dakika sürüyor. Volendam da çok fazla hediyelik eşya mağazası var.
  Oralardan dikilmek üzere yastık yüzleri, magnet ve çok şirin kuzu şeklinde bir yastık alıyorum. Bir müddet sonra havadan mıdır? Yoksa gördüğümüz jumbo karideslerden midir? bilinmez karnımız tekrar acıkıyor. Deniz ürünleri üzerine bir fast food restoranına giriyoruz. Enfesti karidesler enfes! Tabi yanında biralarımızla… Yemeğimizi de yedikten sonra tekrar otobüse binerek, Hollanda’nın meşhur peynir yapım yeri “Edam”a gidiyoruz. Oya ile 3 er teker çeşit çeşit peynirlerden alıyoruz. Ayrıca sucuk formundaki isli peynirden ve de buranın meşhur badem liköründen alıyorum. Bunları nasıl taşıyacağımı düşünmeden tabi. Fakat peynirler o kadar muhteşem ki, yeme de yanında yat. Her yer öbek öbek çiçek, pencerelerin önü, bahçeler, yollar, kanallar, sanki Alice harikalar diyarında gibi… rüya gibi… Evler tek katlı olmasına rağmen pencerelerin perdeleri hep açık ve önlerinde süsler var, adetmiş.
Şehrin merkezine geri döndüğümüzde, gene “Red Light District”e gidiyoruz. “Erotic Museum”u geziyoruz. Kocaman bir penis şeklindeki koltuktan tut da, erotik pamuk prensese bir sürü ilginçliğin bulunduğu bir yer. Hediyelik eşyalardan ise herhalde bahsetmeme gerek yok. Akşam yemeğe güzel bir Meksika restoranına gidiyoruz.
Sonra “Baba Coffeshop” a gidiyoruz. Orada yiyip içtiğim hiçbir şeyden etkilenmiyorum. Hafif geliyorlar herhalde!!!
Sonra istikamet “İbis Center Otel”.

26 Temmuz sabahı kahvaltıda sonra “Madame Tussaud” mumya müzesine gidiyoruz. Kapıda biraz sıra beklemeden evvel erken gelmişiz deyip, müze yakınlarında ki “Cafe Van Daele” de kahve içiyoruz. Müze kapısına tekrar geldiğimizde, karısı içeride çalışan bir Türk’le tanışıyor hemen kaynaşıyoruz, hatta bizi evine bile davet ediyor, fakat bizim vaktimiz yok deyip teşekkür ediyoruz. Müze kapısından girer girmez nefesimiz kesiliyor. Karşımızda Johnny Depp, o meşhur saç ve kıyafetleriyle. Hemen yanına geçip bir resim çektiriyoruz. Mumya olduğu en çok ellerinden belli oluyor. Kolları ise çok sert. Ama maalesef, kasdan değil.
İçerde kimler yok ki? Marilyn Monroe, Michael Jackson, Picaso, Gandhi, George Clooney, Liz Taylor vs vs anlayacağınız herkes orda. Sanatçılar, devlet adamları. Tabi gözümüz Atatürk’ü aradı boşuna. Bu arada masa başında oturan George Clooney ile konuşmaya başlayınca ben, yanımdaki Turist neler söylediğimi sordu gülerek. Tabi ben de biraz sansürlü tercüme ettim.

Zaanse Schans, adını Zaan ırmağından alan bu köy 17. yüzyıl köy yaşantısını canlandırmak amacıyla; Zaan bölgesinden, o döneme ait, dükkanların, yeşil boyalı evlerin, tarihi binaların ve değirmenlerin buraya taşınmasıyla oluşturulmuş. Daha o bölgeye yaklaşırken, tablodan fırlamış gibi bir görüntü, gözlerinizi ayıramamanıza neden oluyor.

Bir kere her taraf yemyeşil otlarla kaplanmış. Sanayi ve şehirleşmenin yok ettiği değirmenlerden kala kala buraya getirilen ancak on tanesi kalmış. De kat; boya değirmeni; işin ilginci değirmen hakkındaki bilgileri içeren broşürü hangi dilde isterseniz o dilde veriyorlar. Tabi biz türkçesini alıyoruz. Değirmenin üst katından dışarı baktığınızda çatısının kamışlardan yapıldığını görebiliyorsunuz. Kamışları korumak için üzerine ince bir tel örgü konmuş. Buradan fotoğraf çekiyoruz. Değirmenleri gezmeyi bitirdikten sonra, “pannekoeken” yani Fransız kreplerinden daha kalın peynirli, süper bir krep yemek için, çok şirin bir restorana giriyoruz. Hava güzel, restoranın verandasında kahvelerimizi içip, dinlenmiş olarak oradan ayrılıyoruz.
Şehir merkezine vardıktan sonra, arkadaşımız Mike’ın bizim için hazırladığı sürprize müdahil oluyoruz. “Candle Light Cruise” turu. Amsterdam kanallarında mum ışığında şarabımız, meyve ve çerezimizle günün yorgunluğunu atıyoruz. Bizim için Amsterdamı bir de, gece kanallardan görmek güzel bir deneyim oluyor. Her şey çok güzel, teşekkürler Mike.

27 Temmuz sabahı, kahvaltımızı otelimizde yaptıktan sonra, Anne Frank’ın evini ziyarete gidiyoruz. Mike ile de biz kuyruktayken buluşuyoruz.
Anneliese Marie Frank (12 Haziran 1929 - 1945), Almanya'daki Yahudi Soykırımının simge isimlerindendir. 1942'de Yahudi olarak işaretlen Anne Frank, 14 yaşındayken babası Otto Frank'ın Prinsengracht'taki ofis binasının arkasında bulunan gizli bölmede ailesiyle, saklanmaya başlar. Beraberlerinde yakın dost oldukları 4 kişi daha vardır. Burada bir hapis hayatı yaşarlar ve ailelerin dış dünyayla bağlantısını, ihtiyaçlarını Otto Frank'ın sekreteri sağlar. Anne, on üçüncü yaş gününde kendisine hediye edilen bir günlüğe saklandıkları iki yıl boyunca yaşanan olayları günü gününe yazar. İki yıl sonra saklandıkları yer polis tarafından basılır. Frank ailesi ve diğer aile trenle Polonya'daki Auschwitz toplama kampına gönderilir. Bir süre sonra Anne Frank ve diğer ailenin üyeleri farklı toplama kamplarında ölürler. Daha sonra, “Anne Frank’ın Günlüğü” defalarca basılır.
Biz de, tarihin o döneminin korku ve şiddetini yansıtan bu evi, insanlık ve kendi adımıza üzüntü ile geziyoruz. Buradan çıkardığımız sonuç: özgürlük insanın sahip olduğu en değerli şeyi ve onun için yapmayacağı şey yok!

Artık bugün yurda döneceğimiz için salına salına gezip, nadirde görünse, içmizi ısıtan güneşin eşliğinde, şehrin görüntülerini beynimize kazımaya çalışırken, gördüğümüz yerel bir pazara dalıyoruz. Bizim pazarlardan, birkaç ürün hariç, hiçbir farkı yok. Orada, Mike ve ben çiğ ringa balığı yiyoruz, tadının çok güzel olduğunaysa Oya’yı bir türlü inandıramıyoruz. Sonra kısa bir dondurma ve kahve molası ve tekrar devam.
Bir kaç saat sonunda, nehir kıyısında “Hard Rock Café” de bir bira molasında buluyoruz kendimizi. İyi bir dinlenme molasından sonra, uçağımızı kaçırmamak için otele uğrayıp bavullarımız aldıktan sonra, bir taksiye binip Amsterdama yeniden dönünceye kadar veda ediyoruz. Hafızalarımıza güzel bir kent daha ekleniyor!!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler