19 Aralık 2011 Pazartesi

PRAG – VİYANA – BUDAPEŞTE


                         PRAG – VİYANA – BUDAPEŞTE
                              1 – 8 Temmuz 2005

Prag en çok görmek istediğim yerlerin başında yer alıyor. Nedeni mi? Kesinlikle peri masallarından fırlamış, oyuncak bir şehir görünümünde olması. Benim gibi; kale, kule meraklısı biri için biçilmiş kaftan. Kimbilir hangi hayallere dalıp oralarda takılı kalacağım. O yüzden şimdiden çok heyecanlıyım. İlk defa  orta Avrupaya, yazın ortasında gideceğim. Hayırlısı bakalım ortalamayı tutturabilecek miyim?:)



1 Temmuz 2005 
Gece yaklaşık 4.30 gibi “Free Bird” ile uçarak, 6.30 da Kafka’nın Prag’ına varıyoruz. Bu sefer Yeşil Elma adlı turizm firması ile yollardayız. Kim? Ayla ve ben. Yaz olmasına rağmen, hava bayağı serin. Gözünü sevdiğim Türkiye’m! Millet Marmaris, Bodrum, Kemer’lerde cayır cayır yanarken; bizim burada tabiri caiz ise … umuz donuyor. Gezimize Gotik mimarisiyle şehre tepeden bakan, Prag kalesinde yer alan, St.Vitus Katedralini gezmekle başlıyoruz. 1344 yılında  4.Charles tarafından yaptırılmış. Dışındaki yaratık figürleri kötü ruhları engellemek için eklenmiş. Cumhurbaşkanlığı Sarayını ve Kafka’nın evini dışarıdan görüyoruz. Hava birden o kadar bozuyor ki, bir dam altı bulup tüm grup epey bir süreyi yağmurdan korunmak için bu dam altında geçirmek zorunda kalıyoruz. Ortalık biraz durulduğunda, Vitava Nehri üzerindeki, meşhur Charles Köprüsü üzerinden geçerek otele gidiyoruz. Kral IV. Karl tarafından yaptırılan 600 yıllık köprü, 516 m uzunluğunda, 10 m genişliğinde. Yapımında taşları birleştirmek için yumurta kullanılmış. Üzerinde 30 adet heykel bulunmakta, bunlardan en ünlüsü de; herkesin elini sürdüğü Peder John ve köpeğinin heykeli. Peder John’ un, kendisine günah çıkartan Kraliçenin günahlarını Krala anlatmadığı için idam edildiği söyleniyor. 
Heykeller arasında, bir de yeniçeri var. Köprünün, kale yakasındaki ilk heykel. En altta, zindan içerisinde bir takım insanlar görülüyor. Zindanın yanında; ayakta, sarıklı, göbekli bir yeniçeri duruyor. Yeniçerinin üstünde, başında haç bulunan bir geyik ve en tepede “kurtarıcı aziz şövalye” heykeli bulunuyor. Heykelin yapım yılı 1854. Osmanlı, artık “hasta adamdır”, Aziz           Şövalye ise kılıcı ile, yeniçerinin tepesindedir.

“Hotel Axa” gayet merkezi bir yerde, düzgün bir otel.


Akşam, nehirde bir tekne turu yapıyoruz. Hava yağmurlu. Teknenin pencerelerinden, bu ortaçağ şehrini, damlalar arasından görmek çok güzel. Yemek açık büfe. Yemekten önce, bize Çeklerin meşhur likörü “Becherovka” dan ikram ediyorlar. Tekne yemekleri arasında, Macarların ünlü yemeği gulaş da var. Gulaşın kökeni, 9. yy'da Macar çobanların yediği bir haşlama yemeğidir. Yemeğin adı, Macarcada "sığır güden kişi, çoban" anlamına gelir. 9. yy'da Macar çobanlar, sürüleri otlatmaya götürmeden önce yola çıkarken, yanlarına taşıyabilecekleri yiyecekler alırdı. Kuşbaşı etleri soğan ve diğer tat vericilerle birlikte ağır ateşte yağı eminceye dek pişirir, daha sonra yemeği kurutur ve koyun işkembesinden yapılan tulumlarda saklardı. Kurutulmuş haldeki yiyeceğin yenilecek kadarına su katarak, yemek ya da çorba şeklinde hazırlardı. "Biz ise gulaşın, Rumeli seferlerindeki Osmanlı ordusunun kazanında kaynayan ve askere dağıtılan et olduğunu, bu yüzden adına “kul aşı” denilip sonradan gulaşa dönüştü diyoruz. Yediklerimiz arasında balık ve isli peynir ayrı bir güzeldi. Gezimiz yaklaşık iki saat sürdü. Bir ara teknenin açık kısmına da çıktık fakat hava soğuk. Bu arada tekne bir ara bir havuza alınarak, orada su yükseltildikten sonra nehrin bir üst seviyesine geçerek gezimize devam ediyoruz.

2 Temmuz 2005
Extra turlardan birine katılarak, “Kutna Hora”ya gidiyoruz (40 Avro). Önce gotik, Santa Barbara Kilisesini dışarıdan ziyaret ediyoruz. Oradan “Kemikli Kilise”ye gidiyoruz. Prag'in 70 km dogusunda Sedlec isminde bir kasaba var. Buradaki kilisenin içi gercek insan kemikleri ile dekore edilmiş dünyadaki tek kilise. Efsaneye göre Sedlec Manastırı Baş rahibi Heinrich, Çek Kralı II. Otokar tarafından 1278 yılında Filistin'e kutsal topraklara elçi olarak gönderilir. Heinrich Kudüs'ü terk ederken aldığı bir avuç toprağı manastırın mezarlığına serper. Böylece o mezarlığın Kutsal Topraklar'ın bir parçası olduğu düşünülmeye başlanır. Tüm Orta Avrupa'dan insanlar bu mezarlığa gömülmek isterler. 14. yy.'da bölgede büyük bir veba salgını çıkar. Çok insan ölür. Sadece 1318 yılında 30 bin kişi bu mezarlığa gömülür. Daha sonra iç savaşlar, din çatışmaları. Derken mezarlık büyür ve yetmez olur.

16. yy.'da ise mezarlık daraltılmak istenir; ama bu mezarlığa gömülmek isteyenlerin sayısı çok fazladır. Bunun üzerine eski mezarlıklar açılıp çıkarılan kemikler önce kilisenin bahçesine, daha sonra da (1511) yarı kör bir Sisteryan keşişi tarafından kilisenin içine yığılır. Keşiş kemikleri piramit biçimde (6 adet) yığmak suretiyle, yaşam sırasında ölümü hatırlatarak insanlara ders vermeye çalışır. Kilisenin benien etkileyen köşesi: Ortaçağda bölgenin hakimi olan Schwarzenberg Prensliğinin, kemiklerden yapılmış arması. Bu armanın sağ alt kenarında: gözü bir karga tarafından oyulan bir kafatası bulunuyor. Bu kafatası, prensin Türklere karşı kazandığı bir savaşı temsil ediyormuş. 1594 yılındaki savaşın adı; yabancı kaynaklarda “Raab Savaşı”, bizim kaynaklarda ise “Yanık Kale Savaşı” olarak geçiyor. Bir zamanlar tüm Avrupa’yı titrettiğimizi düşünecek olursak, bu tür anıtlar görmek normal.


Geri dönüş yolu üzerinde Mayerling Av Köşkü’nü ziyeret ediyoruz. Bu köşkü, Hofburg İmparatoriçesi Elizabeth (Sisi)’nin oğlu olan Rudolf, av merakı nedeniyle 1886’da yaptırıyor. Elisabeth'in hüzünlü bir öyküsü var, çünkü üç çocuğunun da ölümünü görüyor. 60 yaşlarındayken de bir anarşist tarafından öldürülüyor. Bugün Viyana için Sisi, sanki bir turizm elçisi, tek başına bir marka.

Sisi'nin oğlu, Rudolf ise, Belçika Prensesi Stephanie ile evlendiriliyor. Ve bir süre sonra bir barones ile tanışır, 17 yaşındaki bu kıza büyük bir aşk besler. Bir gün bu av köşkünde Rudolf ve sevgilisi ölü olarak bulunur. Tarihe Mayerling Faciası olarak geçen bu olayda, Rudolf arkasında bir mektup bırakarak önce sevgilisini sonra da kendisi vurduğu öne sürülür. Fakat, Rudolf'u babası tarafından düzenlenen bir komploya kurban gitmiş olabileceği ihtimali de düşünülmekte. Bugün av köşkünde çiftin ölü bulunduğu oda gezilebiliyor. Odanın duvarlarında ise fotoğraflarıyla tüm aileyi görmek mümkün. Bu trajediden sonra bu mülk Carmelite rahibelerinin manastırına dönüştürülmüş. Carmelitelerin katı kurallarına uyarak, rahibeler manastrı asla terk etmezler ve hiç kimse tarafından görülemezler, günümüzde dahi. Tabi buraları gezerken insan inanılmaz bir hüzün hissediyor.

Daha sonra, Nazi Almanyası’nın 2.Dünya savaşında ilk jet fabrikası olarak da kullandığı Avrupa’nın en büyük yer altı gölü olan   “Seegrotto”ya gidiyoruz. Savaş bittiğinde uçağın yapımı tamamlanamadığı için savaşta kullanılamamış. O dönemden kalma orijinal parçalar mağarada sergilenmekte.  Gölet içinde yapabileceğiniz tekne gezintisi, kısa ama keyifli bir zaman geçirmenizi sağlıyor. Gezi teknesine binilen iskelenin hemen karşısında, koyu altın sarısı renginde, gösterişli,  bir tekne bulunuyor. Bu tekne, bir kısmı bu madende çekilen, 1993 yapımı, Stephen Herek tarafından yönetilen ‘Üç Silahşörler’ filminde kullanılmış. Madenin kapısında yazan ‘Glück Auf’ cümlesi, maden işçileri için dilenen ‘Bol Şanslar’ anlamına geliyor. Çapraz haldeki çekiç ise, maden işçilerinin sembolü. Madenin içerisinde, madencilerin koruyucusu Azize Barbara’nın şapeli bulunmakta, şapelin üzerinde de, G ve A harflerini görebilirsiniz. İçeri girerken insan biraz sıkılıyor çünkü giriş dehliz şeklinde aşağı doğru uzanıyor ve  biraz dar.

Prag’da ki otelimize döndükten sonra, şehir dışında bir Çek gecesine gidiyoruz. Ben bu tür turistik gösterileri kesinlikle tavsiye etmiyorum. Hem kalitesiz, hem çok kalabalık, hem de hiç doğal olmuyor. O kadar ki oturduğumuz yer neredeyse, orkestranın arkasında olduğu için bu duruma çok gülüyoruz. Otele; başımız şişmiş, yorgun, pişman ve de 40 Euro hafiflemiş olarak dönüyoruz
Karlovy Vary




3 Temmuz 2005 
Prag’ın dışında bulunan sevimli “Karlovy Vary”e gidiyoruz. Rüya şehri gibi bir yer. Ortasından şehri ikiye bölen bir ırmak geçiyor. Şehre girer girmez Atatürk’ün tedavi için, gelip kaldığı otele gidiyoruz ama maalesef bakıma alındığı için içeri giremiyoruz. Irmağın iki tarafına  da,  balkonlarından, pencerelerinden, renk renk çiçeklerin sarktığı, tipik Avusturya evleri sıralanıyor. Kimi yerlerde film festivaliyle ilgili afişler var, önünde durup fotoğraf çektiriyoruz.



Rehberimiz bu kaplıca şehrinin hikayesini anlatıyor: Kral Rudolf 14.y.y.da, avlanmak için buraya gelirmiş. O zaman ateşli silahlar olamdığı için, oklarla avlanılıyor.Kral bir geyik vuruyor. Geyik yaralanıyor ama yine de, koşuyor, yorulunca da nehir kenarında duruyor, kralın 3 köpeği etrafını sarıyor hemen. Ama o sırada kralın köpeklerinden biri, nehre düşüyor. Nehir suyu, 62 derece, kralın adamları hemen köpeği çekip çıkarıyorlar. Bu arada geyik ve peşinden koşan 2 köpekte koşarken, ağaçların dallarına takılıp yaralanıyorlar. Nehre düşen köpek, diğerlerinden daha çabuk iyileşiyor. O zaman, Kral Rudolf, bu sıcak suyun çok faydalı olduğunu anlayıp, oraya hamamlar yaptırıyor. Bu sulardan içmek için yaptırılmış çeşmelerden birinden su alıyoruz, su o kadar sıcak ki, içmek için bira bekliyoruz. Bu şifalı sulardan içmek için yapılmış özek ibrik gibi porselen bardaklardan satın alıyoruz. Suyun dişlere zarar vermemesi için bu bardaklar ibrik gibi yapılmış.Suyun tadı güzel değil. İçinde büyük miktarda demir, kükürt ve bir çok mineral var.

19. yüzyıl tüm entellerinin kullandığı, şişesinde, Van Gogh’un resminin bulunduğu absenth ve yerli likör Becherovka aldık. Becherovka, Karlovy Vary kasabasında üretiliyor. Anason tohumları, tarçın, ve yaklaşık olarak 32 başka bitki özü ile lezzet kazanmış, fakat esas tarif dünyada sadece iki kişide bulunmaktaymış.  Karlovy Vary; Çek cumhuriyetinin batı Bohemia bölgesinde, 1370'de İmparator Karl IV tarafından kurulan, rüya gibi çok güzel bir şehir. En büyük özelliği (içkisi haricinde) kaplıca ve şifalı suları. Bu yüzden de turizm çok gelişmiş. Ayrıca Uluslararası Karlovy Vary Film Festivaliyle de ünlü. "Kralın Banyosu" anlamına gelen kenti, bugüne kadar, pek çok ünlü siyasi, asker ya da sanatçı ziyaret etmiş.
Rus Çarı Petro, kentin en güzel evini kendisine ayırıyor ve uzun bir zaman burada yaşıyor. Mozart, Beethoven, Freud, Karl Marx, Nazım Hikmet, Hitler kentin ağırladığı isimlerin yalnızca birkaçı. Porselenleri ve kağıt helvası da meşhur. Bu tur bize extra olduğu için 55 Avro ödüyoruz. Dönerken Türklere ait Lapis mücevherat mağazasında duruyoruz ama biz bir şey almıyoruz. Prag’a dönüşümüz akşam 8i buluyor.


Museum of medieval torture instruments
Bir gün evvel şehri gezerken önünden geçtiğimiz "Ortaçağ işkence aletleri müzesi"nin gece 10 a kadar açık olduğunu görüyorum. Tabi kaçar mı? Ayla’yı da Bohemya kristallerine bakarız bahanesiyle kandırarak otelden müzeye kadar yürütüyorum. Tabi bu arada Charles Köprüsünün üzerinden geçerken müzisyenleri dinlemeyi ve fotoğraf çekmeyi de ihmal etmiyoruz. Ortam o kadar hoş ki, insan kendini kendi ülkesinde zannediyor.

4 Temmuz 2005 
Yaklaşık 5 saat otobüsle yol aldıktan sonra Viyana ya varıyoruz. Hotel “ Messe Wien” çok yeni tertemiz bir otel ama şehrin dışında. 

3 Aralık 2011 Cumartesi

FAS

BÜYÜLÜ FAS
31 Mart - 7 Nisan 2007




Epey bir araştırma yaptıktan sonra, arkadaşım Ayla ile, Fas’a en iyi turları Gezigen Turizmin yaptığına karar veriyoruz. 31 Mart cumartesi Air Maroc ile yaptığımız, yaklaşık 5 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, Casablanca’dayız. Beyaz şehir. Evet, işte Casablanca, ismi filmlere konu olmuş meşhur Casablanca. Bu
arada, Casablanca filminin burada çekilmiş olmadığını hatırlatmadan geçmemek gerek. Hava kararmış ve oldukça soğuk. Olsun hiç fark etmez. Dört yıldızlı “Hotel Ajiad”a yerleşiyoruz. Sekiz kişilik bir grubuz, şoförümüz Abdülkadir Bey hemen bizi Corniche’de, yani kordonda, bir gezintiye çıkartıyor. Rehberimiz Eyüp Bey süper. Buraya çok kez misafir getirdiği için bu coğrafyaya ve Arapça’ya çok hakim. Atlas Okyanusunun kıyısındayız, ilk defa okyanus gördüğümüz için bizde tuhaf duygular uyandırıyor. Müthiş bir şey!

1 Nisan Pazar sabahı erkenden kalkıyoruz, hava serin ve yağmurlu görünüyor. Günlerden Pazar ve de mevlid kandili olduğu için ortalıkta kimseler görünmüyor. Böyle zamanlarda halk genelde Marrakech’e falan tatil için gidiyormuş. Kraliyet Sarayının kapısının önünde fotoğraf çektikten sonra, II. Hassan Camii’ni dışarıdan ziyaret ediyoruz. Corniche’de ilk defa içtiğim, Fas’ın meşhur nane çayının yarısını çok sevdiğim Camel Active ayakkabılarımın üzerine dökmeme rağmen, tadını çok beğeniyorum. Fakat ikaz etmezseniz içine bol miktarda şeker koyup getiriyorlar. “Etey” genellikle küçük bardakta içiliyor, demliği yukardan tutarak çay koyuyorlar. II. Hassan Camii çok büyük ve görkemli, şimdiye kadar gördüğüm en büyük cami.


Okyanus kıyısında Casablanca’nın en önemli yapısı Hasan 2 Camii, Mekkeden sonra dünyanın en büyük camii. Fas ta büyük etkisi olan Kral 2. Hasan ın bir rüyası üzerine yapımını başlanan bu muhteşem cami, kralın rüyasına uygun şekilde İslam ın en batıdaki simgesi olarak, 4 te 3ü Atlantik Okyanusunun üzerine inşa ediliyor.1980 yılında yapımına başlanan cami, sekiz yılda tamamlanıyor. Caminin minaresi tam 200 metre yüksekliğinde. Aynı anda 100 bin kişinin namaz kılabildiği ve çok ince bir işçiliğin ürünü olan Hasan 2 Camiinin üzeri, açılabilir konumda inşa edilmiş. İki katlı cami Fas ın karakteristik özelliklerini ve Emevi etkilerini birlikte barındırıyor. Öğle yemeğimizi onların meşhur yemeği olan Tajin’i Efrun’da yiyoruz. Ben Guerir kasabasından geçip Marrakech’e varıyoruz. Marrakech kırmızı şehir.

Otelimiz beş yıldızlı, VI.Mohamed Caddesinde yer alan “Ryad Mogador Menara”nın arka salonunda, zebella gibi bir arap bize nane çayı ikram ediyor. Otelimiz çok güzel ve lüks. Fakat otel odamız tam bir keşmekeş. Bize ilk verilen oda dolu çıkıyor. İkinci verilen oda en üst katta olduğu için Ayla, “Ben buraya çıkamam.” Diye tutturunca ben kendini yine resepsiyonda buluyorum. Üçüncü odamız turdaki bir çiftle değiştirdiğimiz bir oda; birinci katta 117 numara. Bu otelin odalarında bir şey var herhalde, gece oda kapısını kilitlerken, yan odaya açılan kapının açık olduğunu fark ederek Eyüp beyi arıyor ve yardım istiyorum. Birisi gelip kilitliyor, yoksa uyku bize haram.
Akşam yemeğinden sonra, en fazla üç kişi alan “Petit Taxi” ile “Djemaa El Fna” meydanına gidiyoruz. ŞOK! Sanki Hollywood’da bir film stüdyosundayız, bir Spielberg eksik. Çok ucuz taze portakal sıkanlar çok. Meydanın üzerinde yemek tezgahlarından yükselen bir sis bulutu var. Bir tarafta yılan oynatıcıları, bir tarafta etrafını sadece erkeklerden ve de turistlerden oluşan bir kalabalığın sarmaladığı hokkabazlar, jonglörler, maymun bakıcıları… Fonda ise sürekli bir def ve düdük sesi. Manzara o kadar canlı ki, Ayla ile ben rehberimizin bizi bıraktığı yerden bir milim bile ilerleyemeden bulunduğumuz yere adeta çakılıyoruz. Tabi bizim etrafı incelediğimiz kadar etrafımızdakilerde bizi inceliyor. İnsan profilleri çok enteresan. İnsanlar genellikle, Ayla ile bir türlü paraya kıyıp alamadığımız, yerel giysi “cellaba” giymiş. Renkler müthiş, tam benim renklerim; bordo, kiremit, koyu gülkurusu, kahverengi, toprak rengi. İlk şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra, tezgahların arasına dalıyoruz. Yemek tezgahları akşamları kuruluyor, gündüz yok. Tezgahlarda neler yok ki?? Kelle, paça, ciğer, salyangoz, baharatlı bir takım etler. İnsanlar seyyar masalara kurulmuş, yemeklerini yiyorlar. Biz sadece fotoğraf ve video çekmekle yetiniyoruz.
Gürültü, yemeklerin kokusu ve kargaşa! Ama gene de çok güzel, mutlaka görülmesi gereken bir meydan. Fas’dan ayrıldıktan sonra, Ayla ile en çok üzüldüğümüzde; kenarları gümüş ve deve kemikleriyle süslü aynalar, bunların benzerlerini gezi sonrasında Beyoğlu’nda da görüyorum ama maksat yerinden almak. Neyse, tekrar “Djemaa El Fna” meydanına dönelim. Meydan café’lerle çevrilmiş vaziyette. Bunlardan en ünlüsü; en stratejik konuma sahip olan, “Le Grand Balcon du Café Glacier” ye yerleşiyoruz. Nane çaylarımızı içip etrafa alışmaya çalışıyoruz. Faslıların nane çaylarından başka, yarı süt yarı çay,” nos nos” denilen bir içecekleri daha var. Benim sütle aram pek iyi olmadığı için nane çayını tercih ediyorum.
Akşam herkes yorgun olduğunu söyleyip otele çekilince sevgili rehberimiz Eyüp Bey’le Fas gecelerine akıyoruz. Önce Marrakech’in meşhur eğlence mekanlarından, “Jad Mahal” e uğruyoruz. Acaip egzotik bir yer. Daha kapıdan girerken kendinizi tam olarak binbir gece masallarında gibi hissediyorsunuz. Kapıdaki bir dudağı yerde bir dudağı gökteki araptan izin aldıktan sonra içeri dalıyoruz. İçerisi gayet loş ve turistlerden oluşan masalarla dolu. İnsanın içini kaynatan bir arap müziği eşliğinde başının üzerinde bir tepsi mumla bir dansöz oynuyor. Etrafta yanan mumların ve tütsülerin sarhoş edici kokusu, uçuşan bordo tüllerin arasında kayboluyor. Harika bir ambians ama biz gene de başka mekanları da görme kaygısıyla buradan ayrılıp bir taksiyle, methini taa İstanbuldayken duyduğumuz “Comptoir de Paris”ye gidiyoruz (Av.Echouhada Hivernage, Marrakech Tél: (212)24 43 77 02/10). Mekan çok kalabalık. 2. katta ancak ayakta bir yer bulup, votkalarımızı içmeye başlıyoruz. Bir şişe votkanın dibini gördüğümüzde rehberimiz keşke şişe söyleseydik, daha ucuza gelirdi, ne bileyim ben sizin bu kadar içeceğinizi diyerek hayıflanıyor. Biz de Eyüp Bey’i kırmayıp 2. gece de aynı yere gelerek bir şişe Smirnoff daha götürüyoruz. Zavallı adamcağız bizim gece ve gündüz performansımızdan çok etkilenmiş olacak ki, turlar esnasında arabada ara sıra, çaktırmadan, kestiriyor. Mekanda her milletten insan var. Önce gene tepsili bir dansöz, sonra tepsisiz bir tane daha, sonra da pop müzik çalınıyor. Merdiven başları kırmızı tüllerle süslü, çok hoş. Tuvalet, hele tuvalet o kadar egzotik ki: her yer siyah kırmızı, çok şık ve etkileyici, mumlar tütsüler, kırmızı havlular…Oradan müziği ile ünlü, ama pek de kaliteli görünmeyen bir yerde müzik dinledikten sonra, otelimizin tam yanında bulunan discoya gidiyoruz. Müzik güzel. İki kız karşılıklı yüksekte, dans ediyorlar, bu bize ilginç geliyor. Gece 2-3 arası Otele dönüyoruz.

2 Nisan pazartesi hava serin. İlk önce “Menara Bahçeleri”ne gidiyoruz. Kocaman bir havuz. Rehberimiz tarihçesini, hangi kralın ne için yaptırdığını anlatırken, biz havuzdaki balıklardan kızartma olup olmayacağını tartışıyoruz. Karnımız mı acıkıyor ne? Oradan 800 yıllık “Koutoubia Camii”ne gidiyoruz. Koutoub = Kitaplar demek, zaten burada hep dükkanlar ve kitapçılar varmış. Temelleri açık bir şekilde görünüyor. bu cami 19.yy'da inşa edilmiş ve Marrakech'in sembolü olarak görülüyor. Fas'taki tüm camiler bizimkilerden farklı bu fark tamamen minarelerinin dikdörtgen olmasından kaynaklanıyor ve minarelerinin ucunda küçükten büyüğe üç top bulunuyor bunların anlamı küçükten büyüğe Hıristiyanlık,Yahudilik ve Müslümanlık... Marrakech'de eğer kayboldum sanırsanız yüzünü Koutoubia Cami'ye dönerek yolunuzu bulabilirsiniz...
Oradan kral Mohammed’in cariyeleri daha doğrusu Gözdesi Behiye için yaptırıp duvarlarına sıra sıra ismini yazdırdığı “Bahia sarayı”nı ve Sadi mezarlarına gidiyoruz. “Böyle aşklar da varmış” diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Yapılar muhteşem. Sadi hanedanının 16. yüzyila ait mezarları, Molay İsmail yaptırmış. Uzun yıllar sora tesadüfen bulunan mezarlar ziyarete açılmış.
Oradan doooğru “ Djemaa El Fna” Meydanına.
Şehrin trafiği berbat herkes kafasına göre takılıyor. Yanınızda aniden bir motosiklet veya kamyonet bitebiliyor. Sürekli korna sesleri duyuluyor. Meydana varınca Fransızca konuşmamında etkisiyle aniden boynumda bir yılan buluverdim. Ilık pullu e hareketsiz gibi …Ayla yılan oynatıcısı ve yılanla fotoğrafımı çekiyor. Adam türk olduğumuzu öğrenince ayrı bir ilgi gösteriyor. Az ileride ki maymun ise sanki sevgilim:) o bana, ben ona sarılıp yanak yanağa fotoğraf çektiriyoruz.

Çevreden sürekli değişik ve kabullenmekte zorluk çektiğimiz kokular geliyor. Görüntü ve sesler hep görmeyi istediğim ortaçağ panayırlarını andırıyor. Bütün bu karmaşa arasında kına yapan kadınlar peşimizden koşup dönüş de de olsa kına yaptıracağımıza dair söz almaya çalışıyorlar. Sonunda genç bir kızda karar kılarak önüne oturup elimize e ayak bileğimizin çevresine kına yaptırıyoruz. Çok çeşitli motifler var. Çok güzel de bir müddet sonra kına Aylaya alerji yapıyor ve eli kızarmaya başlıyor. Ama içki içiyorum diye alerji ilacını almıyor. Çarşıya doğru ilerlediğimizde Fas’ın meşhur argan bitkisinden yapılan, tereyağ kıvamındaki kremlerinden alıyoruz. Ama pek de kaiteli olmadıklarını sonradan anlıyoruz. Sonuçta arapların yapacağı krem de bu kadar olur yani. Ama aldığım amber sabunu çok güzel kokuyor… çok değişik bir sabun tavsiye ederim. Birer bardak taze sıkılmış portakal suyu içiyoruz..Çok ucuz..Oteldeki akşam yemeğimizden sonra Çekoslovakya’da gittiğimiz Çek gecesinden sonra turistik yerel gösterilere gitmeme kararı almamıza rağmen; “Chez Ali”diye bir gösteri merkezine gidiyoruz. Ama hava o kadar soğuk ki, offf offf. Her yerde ateşler yakılmasına rağmen, popomuz donuyor…Sünnet çocukları gibi giyinmiş Araplar masamıza gelip çalıp söylüyorlar. Klasik at üzerindeki gösteriler, defler , ziller, ama biz bir daha turistik bir gösteriye gitmemeye kesin karar alıyoruz.



3 Nisan 2007 Salı günü sabahı bir Berberi köyü olan “Ourika”ya gidiyoruz. Allah kahretsin zavallılar çok büyük bir ilkellik ve fakirlik içindeler. Allah kahretsin !!! Şoförümüz Abdülkadir bir Berberi.. Bana da Fatima Berberi adını takıp takılmaya başlıyor. Daha sonraki gün de Ayla’ya Fatima Sahara adını veriyor. Kader!!!
Öğleden sonra 5 yıldızlı otelimizin havuzuna giriyoruz. Havuzda bizden başka 2 fransız kız var onlara da gaz vererek havuza girmelerini sağlıyoruz. Onları da İstanbul’a davet ediyorum. Anlayana tabi, canları isterse.

O gün mevlid kandili, üstelik de, taxiler grevde olduğu için tabanvayla yola çıkıyoruz. Bu arada, marketlerdeki içki bölümüne ancak yabancı pasaportu olanlar girebiliyor. Biz şarap almak için girdiğimizde, yanımızda birkaç Fas’lı genç beliriyor. Bizden istedikleri onlara parasıyla içki almamız. Fakat başımıza bir şey gelir korkusuyla bu isteklerini reddediyoruz. Nemize lazım; bir de yaban ellerde hapis kalmak var! Allah korusun!
Hedefimiz Yves Saint Laurent’in, meşhur bahçesi “Le Jardin Majorelle”. Sora sora Bağdat bulunurmuş. Ama bu arada, yolumuzun üzerinde ki Opera binası da çok güzel. Bu binayı da geziyoruz. Yerlerdeki kobalt mavi seramikler bizi kendine hayran bırakıyor. Jardin Majorelle’e neyse ki kapanmadan yetişiyoruz. Jardin Majorelle, kocaman bir botanik bahçesi. Fransız ressam Jacques Majorelle’in 1932 yılında kurduğu bahçe. O vefat ettikten sonra 1980’de Yves Saint Laurent ve Pierre Berger’nin mülkiyetine geçmiş. Onlar da, bahçedeki bitki çeşidini 135’ten 300’e çıkarmışlar. 2008 yılında vefat eden Yves’in külleri bahçeye serpilmiş, bir de adına anıt dikilmiş. Jardin Majorelle şu an Marrakech’in en önemli turistik mekanlarından biri.Çok yoğun bir bitki örtüsü var. Çeşit çeşit çiçekler, havuzlar, köprüler, nilüferler ve anlatılana göre dünya üzerinde bulunan tüm kaktüs çeşitleri burada yer alıyor. Ayrıca Afrika’ya has çok nadir kuş çeşitleri de burayı yaşam alanı olarak seçmiş. Bahçenin içinde bir kafe ve girişi için ayrıca ücret alınan, İslami Eserler Müzesi -“ Musée d’Art islamique” var. Kobalt mavisinin, 15 tür kuş çeşidinin ve türlü türlü bambuların yer aldığı, Jardin Majorelle bambaşka bir mekan, bize; “İyi ki gelmişiz!” dedirtiyor. İçerisi müthiş dingin. Kuş seslerini duymak için dikkat kesiliyor insan. Yolunuz Marrakech’e düşerse mutlaka uğramalısınız. Majorelle Bahçeleri’ne giriş 30 Dh = 3€.
Gece gene Comptoir de Paris den , müzikleri güzel batakhane gibi bir yere, oradan da Ayla’nın artık yorgunluktan uyuduğu, otele çok yakın bir discoya gidiyoruz. Çok güzel bir akşam oluyor.

4 Nisan Çarşamba; bu arada Fas da her şehrin ayrı bir rengi var. Bizim ayrıldığımız Marrakech kızıl (kırmızı), Fes sarı, Casablanca beyaz. Yaklaşık 8 saat yol alarak öğle yemeğini “Beni Melal” kasabasında yiyoruz. Kötü bir makarna. Biz yükseldikçe hava değişerek soğuyor. Kar başlıyor. Atlas Dağlarındayız. Ifrane, Afrika kıtasının, en düşük ısıya sahip bölgesi. “İfran” bölgesinden, 800 yıllık sedir ağaçlarının bulunduğu yerden ”azurite” ve “ malahite” taşlarından alıyoruz. Azurit, malahit ile birlikte kullanıldığında, içe gömülen duyguların ortaya çıkmasına sebep oluyormuş ve kişinin hissettiklerini açıklamasına yardım ediyormuş. Ama bizim taşımız, mavili yeşilli bir kaya parçası. Ondan mı hissettiklerimizi içimize atıyoruz ne? Atlas dağlarından, bir de parfüm şişesi koleksiyonum için, üzeri metal işlemeli bir şişe alıyorum.

Fes’deyiz. Başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere birçok Müslüman ülkede kullanılan fes de, ismini başlıca üretim merkezi olan bu şehrinden alıyor. Yaygın olarak kullanılan kırmızı rengini veren, kızılcık. Otelimiz şehrin yarım saat dışında. Akşam mecburen uzaklık ve yorgunluktan dolayı otelde pinekliyoruz. Ama gene de hareket olsun diye aldığımız eşarpları araplar gibi başımıza dolayıp, arap kadınları gibi yüzümüze işaretler çizip, fotoğraf çektiriyoruz. Akşam yemeği, turda bulunan yaşlı kaptanımızın anlattığı fıkralarla şenleniyor. Sonra doğru yatak…

5 Nisan Perşembe; Fes’in eski şehir (medina)sında ki labirent gibi çarşısına yani souk’a giriyoruz. Müthiş !!! Ayla’nın sürekli öndekileri görüyor musun? Şeklindeki turdan kopup kaybolma korkusuna bağlı klişe cümlesini dinleyerek gezmeye başlıyoruz. Sokaklar o kadar dar ve gizemli ki, bir yerden bir kol uzanıp sizi içeri çekiverecek gibi bir his uyanıyor. Bu belki de gerek, fazla film seyretmemizden gerekse rehberimizin aman birbirinizi takip edin, yoksa kaybolursunuz uyarılarından kaynaklanıyor. Suokların o kadar mistik bir havası var ki; gerçekten heyecan duyuyoruz. Bu heyecana, bir de tezgahlarda pişirilen yemeklerin dumanları karışıyor. Her yer renk renk. Hele kokular, hele kokular, hep tanıyormuş gibi olduğum ya da bir anda yabancılaştığım gizemli kokular. Etler açıkta satıyor, yani kasaplar açıkta. Kanlı kanlı…Tavuklar, baharatlar, renk renk şekerler, kumaşlar, aynalar, tahtadan oyulmuş hediyelik eşyalar, çeşitli müzik enstrümanları, etraf tam bir cümbüş. Yoldan Selim’e ikili bir darbuka alıyorum.
İlk durağımız bir seramik atölyesi. Çizenler, boyayanlar, fırın, mavi ve beyaz renk her tarafta…İki adet mavi beyaz, bizim Kütahya porselene benzeyen kase alıyorum. Maksat hatıra olarak kalsın, yoksa bizim Kütahya çok daha kaliteli.
Souk’larda dolaşırken, insan nereye bakacağını şaşırıyor ve yürürken neleri kaçırmış olabileceğini düşünüyor. Kaktüs lifinden yapılan yatak örtülerinin dokunduğu atölyelere gidiyoruz. Çok beğeniyor fakat nedense bir türlü almaya karar veremiyoruz. Bize hiç de yakışmayan davranışlar.
Oradan daracık merdivenlerinden çıktığımız bir yemeniciye yani “babouche”çuya (çarık) giriyoruz. Kesif bir deri kokusu. Hala ortaçağdan miras teknikle üretim yapılan bir tabakhane manzarasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Civardaki evlerin teraslarından bakıldığında, Chouara Fes’deki dört geleneksel tabakhaneden en büyük olanı. Derinin işlenmesinden başlayarak tüm aşamalarını görebileceğiniz mekanda işçilerin arasında gezinebilmeniz zor. O yüzden, bölgedeki bir çok deri dükkanı panoramik balkonlarından, kırmızı ve kızıl renklerdeki boyama havuzlarının göze çarptığı, Chouara’yı seyretmenize ve fotoğraflamanıza izin veriyor. Fas’ın her bölgesinden satın alınan babuşlar, yastıklar, kemerler, lüks objeler imal ediliyor. Gerçi ben alışkınım ama turdakiler bu kokudan çok rahatsız oluyorlar. Fotoğrafladıktan sonra çıkıyoruz.
Kayıp olacağız endişesiyle, hiçbir dükkana bakamadan rehberin arkasından çok hızlı bir şekilde yürüyoruz. Belki de iyi oluyor, yoksa biz bu çarşıdan 3 günde çıkartamazlar. Ama görmek istediğim çoğu şeyi es geçmek, bende bir daha turla seyahate çıkma isteğini yok ediyor. Halbuki rehberimiz Eyüp bey süper.
Sokaklar o kadar dar ki; genelde oralarda yük taşımakta kullanılan eşekler geçerken “Balak! Balak! Attention!” diye bağırıyorlar ve kenara çekilip geçmelerini bekliyorsunuz. Yolumuza devam ediyoruz. Eski bir konak (riyad) satış mağazasına dönüştürülmüş. İkinci kata çıktığımızda halılar kilimler önümüze seriliyor. Çok güzeller. Ayla’ya büyükçe bir Berberi kilimi alıyoruz (1000TL). Kahverengi (ama dikkat çünkü, ileriki zamanlarda boyaları akıyor!).
Fes’in yeni bölümünde V. Muhammed Caddesinde dolaşıyoruz. Hep birlikte bir café’de çay içiyoruz. Sonra gruptan kopmalar oluyor herkes ayrı ayrı takılıyor. Rehberimiz bizimle. Her yerde erkekler dolu. Kadın az. Bir birahaneye giriyoruz. Tuvalet kilitli ve ikinci katta; ne hikmetse ben lavabodayken rehberimiz içeri dalıp iyi misiniz diye soruyor. Bu soruyu sonradan yorumlayarak, buraların pek de tekin yerler olmadığına karar veriyoruz. Para birimi dirhem. Biralarımızı ödedikten sonra otelimize dönüyoruz. Yolda iri siyah gözlü arap kızlarının, rehberimizi dikkatlice süzmeleri ilgimizi çekiyor.

6 Nisan Cuma; Fes’den ayrılıp, Meknes’e geçiyoruz. Fas’ın kuzeyinde bulunan Meknes, başkent Rabat’a 130 kilometre ve Fes’e 60 kilometre mesafede bulunmakta. Moulay Ismail saltanatı döneminde (1672-1727) Fas’ın başkenti olmuştur. Meknes, UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası” listesi kapsamına alınmış bir şehir. Meşhur “Bab el Mansour” kapısını görüyoruz. Bab Mansour Kapısı adını, Hıristiyanlıktan İslamiyete geçmiş olan mimarı El-Mansour’dan almıştır. Muvahhidler’e özgü desenlerle bezeli olan kapı son derece kaliteli Zellij mozaikleriyle dikkat çekmektedir. Mermer kolonlar, Meknes yakınlarında bulunan antik Roma şehri Volubilis’ten alınmıştır. Söylentiye göre, inşaatın tamamlanmasından sonra ziyarete gelen Moulay Ismail, El-Mansour’a “daha iyisinin yapabilir miydin” diye sorar. El-Mansour, Sultan’a hayır cevabı vermek istemez ancak evet demesi, yapabilecekken yapmamış olduğu için Moulay Ismail’i çok sinirlendirir ve mimarın ölümüne sebep olur. Tarihi kayıtlara göre ise kapı, Moulay Ismail'in ölümünden 5 yıl sonra yani 1732’de tamamlanmıştır. Nefis bir sanat eseri, kesinlikle görülmeli.
Yolumuz Fas’ın kuzeyinde yer alan, ve günümüze kadar en iyi şekilde korunmuş Roma antik kenti “Volubilis”e varıyor. Meknes, Fes ve Rabat’a yakın, muhteşem mozaiklere sahip bir bölge. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne giren Volubilis’ten çıkarılan antik sanat eserlerinin bir çoğu Rabat Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte. Duvarlar, surlar çok hoş, kızılımsı bir kahve, hayran kalıyorum. Aslında Fes ve Meknes’in rengi sarı.
Rabat’a doğru yol alırken, mantar ağaçlarını görüp duruyoruz. Yakından incelememiz lazım. Doğal mantarın ağaçların kabuklarından oluştuğunu görüp, birer parça örnek alıyoruz. Tabi biraz da toprak alıyorum. Yolda ayrıca Fransa’da çok değerli olan truffe mantarından görüyoruz. Eh artık durmak yok. Hedefimiz; Essaouira…
Essaouira mavi, beyaz… Binalar beyaz, kapılar mavi. Benim gibi bir kapı hastası için fotoğrafını çekecek çok şey var. Orson Welles’in Othello isimli filmi burada çekilmiş. Güneş ışınlarının dik gelmesi nedeniyle, Fas, birçok filme platoluk yapmış. (Özellikle, Truva filminin Fas da çekilmiş olması ilginç.) Hava güzel. Kasabanın içinde şöyle bir dolaştıktan sonra, Atlas okyanusu kıyısında, deniz ürünleri ve balık yiyoruz. Tüm grup birlikteyiz. Güzel bir yemek oluyor. Sahile inip, ayaklarımızı ilk defa bir okyanusa sokuyoruz. Ne güzel! Keşke herkes yapabilse…
Rabat başşehir. Kraliyet sarayını dışarıdan ziyaret ediyoruz. Yine çok görkemli. Kapıdaki muhafızlarla fotoğraf çektirip, arabamıza geri dönüyoruz.
Casablanca’ya vardığımızda, otelimizde banyo yaptıktan sonra, herkes çarşılara dağılırken, ben ve Ayla, rehberimizin önderliğinde, daha önceden niyet ettiğimiz gibi, II.Hassan Camii’ne gidiyoruz. Bu sefer içeriden ziyaret edip, Allah kabul etsin namaz kılıyoruz. Müslüman olmayanlar camiye alınmıyor. Bu yüzden de kapıda “kelime-i şahadet” getirmeniz isteniyor. Caminin içi de en az dışı kadar güzel ve etkileyici.


Eh artık akşam ve biraz gece hayatına katılabiliriz. Corniche’de “Le Balcon 33” e gidiyoruz. Yerliden çok yabancı mevcut. Müzik güzel, bir masa bulup, içkilerimizi söylüyoruz. Fakat ilginç olan, biz içkilerimizi elimize alıp da dans etmeye başlayınca, uyarı alıyoruz. Elinde içki ile dans etmek yassahmışşş. İçebilirsin, ama oturarak. Eh kurallara uymak gerek. Sabaha kadar bu kulüpte eğlendikten sonra, otele dönüp, kahvaltımızı edip doğğğru havaalanına gidiyoruz.
Eh çok güzel bir gezinin daha sonu. Fas’ın renkleri aklımda, kokuları burnumda, sesleri kulağımda… Tekrar geleceğim…


























































































































1 Aralık 2011 Perşembe

AMSTERDAM


AMSTERDAM

23-27 Temmuz 2007


23 Temmuz gece 2 de Kızıltoprak’tan Oya’yı alıp, Yeşilköy Havalimanına varıyoruz. Uçağımız Sabah 5:30da. Saat 8:30 gibi Amsterdam’dayız.
Amsterdam, Amstel nehri ağzındaki sulak arazide 1200lerde kuruluyor. Bu balıkçı köyü adını, Amstel nehri kıyısında kurulmasından ve burada yapılan barajdan (dam) alıyor. Şehri bölen kanallar sebebiyle, "Kuzeyin Venedik'i" tanımlaması kullanılıyor. 1385 de balığı uzun süre koruyan ve ihraç edilmesine olanak tanıyan bir saklama yönteminin keşfedilmesiyle hızla zenginleşir.
Köpekler ve gümrük memurlarını aştıktan sonra, Oya’nın 40 senedir görmediği çocukluk arkadaşı Michelangelo yani Mike bizi hava alanında bir karşılıyor ki, görmeyin gitsin. Kolları, bize vermek için aldığı 2 çiçek buketiyle dolu. Oya ile daha evvel iki arkadaşın msn’den muhabbet dolu konuşmalarını bildiğim için, ben; Oya ile Mike’ın karşılaşmasını ölümsüzleştirmek üzere, fotoğraf makinemi hazırlamış aportta bekliyorum. Onların sarılıp kucaklaşmalarını çektikten sonra, Mike ile ben de tanışıyorum. Çok tatlı bir insan. Hemen bir taksiye atlayıp, doğruca “Hotel İbis Amsterdam Center”a gidiyoruz. Otelimiz merkez tren istasyonun hemen yanı. “Dam” meydanına 200 m. mesafede, “Schipol havaalanı”ndan da trenle 25 dakika. Saat daha erken olduğu için eşyalarımızı aşağıda emanete bırakıp çıkıyoruz. Derhal 53€ ya birer “Amsterdam Card” alıp, 1,5 saatlik kanal turuna çıkıyoruz. Kartın geçerlilik süresi 72 saat. Amsterdam’ın havası çok ani değişiyor, hava yağışlı, bizim yağmurluklar ise otelde bavulumuzdaJ Kanallar neredeyse her tarafa uzanıyor. Manzara çok güzel. Yan yana oyuncak evler gibi dizilmiş olan evlerin önünden geçiyoruz. Dikkatimizi çeken şey, evlerin çatılarının birbirinden farklı olması. 3 tip çatı tarzı varmış. Bazı evlerin üzerinde tarih ve yazılar var. Eskiden tabii, evlerde daha az olduğu için, postacılar bu tarih ve yazılardan faydalanırmış. Amsterdam’da 12 000 köprü var, her yer su ve kanal. Kanal kıyısındaki mavnaların bir kısmı da ev haline getirilmiş ve bunların da içinde yaşayanlar var. Buldukları en ufak bir toprak parçasına dahi çiçek ekiyorlar. Kanal turundan sonra “İbis Center” Otelimize gidip, kümes kadar odamıza yerleşiyoruz. Odamız o kadar küçük ki her girişimizde Oya’nın bavulunun üzerinden atlamak zorunda kalıyoruz. Neyse tekrar dolaşmaya çıktığımızda yollarda laternalar görüyoruz. Mike bir tanesine para veriyor ve bizim Oya ile bir resmimizi çekiyor. Hava soğuk değil, ama az sonra ne olacağına dair de ip uçları vermiyor hani Meşhur “Dam Meydanı”na doğru ilerlerken, , Mike’ın bildiği bir pasajın, 2. katına çıkarak, yemek yiyoruz. Şanssızlık bu ya, Oya’nın üzerine bira dökülüyor. Yolumuza devam ederken, nerdeyse her mağazaya da şöyle bir göz atıyoruz. Birden bire Oya’nın Allah’ın emri buraya gireceğiz tabi dediğini duyuyorum. Çünkü karşımıza bir “Torture Museum” yani işkence müzesi daha doğrusu ortaçağ işkence aletleri müzesi çıkıyor. Oya’da benim ne derece Ortaçağ tutkunu olduğumu bildiği için daha bana sormadan biletleri alıyorJ İçeride giyotin dahil bir sürü işkence aleti var. Hatta giyotine başımı koymama Oya engel oluyor, gülüp çıkıyoruz. Aslında bu müze bize, insanlık var oldukça işkencenin de var olacağını, sadece tür değiştirdiğini gösteriyor. Sonunda Madame Tussauds Mumya Müzesinin de bulunduğu “Dam Meydanı”na varıyoruz. Oradan bir tramvaya binerek, sevgilimizle buluşmaya gidiyoruz. Yani “Van Gogh Museum” a, van Gogh’un eserlerini görmeye, çünkü Oya’da ben de kendisini çok beğeniriz. Müzede Taschen yayınlarının 25. yıl kutlaması için çıkartılmış olan, “Van Gogh” kitabını alıyorum, çok kalın bir kitap ama için de sanatçının tüm resimleri var ve 11€. Tüm ısrarlarıma rağmen Oya’ya aldıramıyorum. Müzede Oya ile transa geçiyoruz, gerçekten olağan üstü renkler ve çizimler…Max Beckmann geçici sergisini de gezdikten sonra, Mike’ın annesinden kalma ve satmak üzere olduğu evine gittik. Ev çok hoş ve yuvarlak bir meydana bakıyor. İçeriye girdiğimizde dıştan görüntüsü kadar içerisinin de çok dar olduğunu daha merdivenleri çıkarken anlıyoruz. Merdivenler tahta ve gıcırdıyorlar. Tam nostalji, artık bir Hollanda evinin içini de görmedik demeyiz.
Yukarı çıktığımızda içerde bayağı fazla eşya var. Bebekler, biblolar, beyaz bir piyano, duvarda tablolar. Mike bize eski fotoğraflar eşliğinde turta ve limoncello ikram ediyor. Evin üst katlarını da geziyoruz. Çok şirin bir ev. “Staringplein”e bakıyor. Minicik balkonları ve şöminesi var. En üst katta Hollanda evlerinin bir özelliğini daha öğreniyoruz. Çatı katı penceresinin dışında tepede bir küçük vinç ve çengeli var. Taşınırken eşyalar merdivenden değil, buradan,yani pencereden içeri alınıyor. Ev giriş ve çatı katı dahil, 5 katlı. En alt, giriş kat, arkadaşımız Mike’ın annesi tarafından atölye olarak kullanılmış. İçerden anı olarak ben iki şişe seçip alıyorum, Oya’da küçük, beyaz bir biblo. Aslında Oya çok da istekli olmamasına rağmen ben bir şey alınca, o da ayıp olmasın diye almak zorunda kalıyor Mike, akşam yemeğini evde yemeyi teklif ediyor ama biz dışarıları görmek istediğimiz için, nazikçe reddediyoruz. Bunun üzerine Mike bizi “Sea Palace” diye bir Çin restoranına götürüyor, fakat yolda iyice bir yağmur bastırınca, iç çamaşırlarımıza kadar ıslanıyoruz. Ama ölmek var yemek yemeden dönmek yok. Yemekler masaya ısıtıcılarıyla birlikte geliyor. Bira eşliğinde güzel bir yemekten sonra, otelimize gidip yatıyoruz. Bizim otelin önü de bisiklet parkı. Valla kendi bisikletini herkes nasıl buluyor anlamadım. Yığınla bisiklet var.

24 Temmuz sabah 8:30 da kahvaltıdan sonra mesaiye gider gibi gezmeye çıkıyoruz. Mike de bizle beraber tabi, yazık, yanında bir de naylon torba iki de bir bize; “mela?” “banana?” elma? muz?ister misiniz diye soruyor. İtalyanca soruyor çünkü Mike İtalya, Sicilya’da yaşıyor babası ünlü bir İtalyan tenor, yıllar evvel vefat etmiş. “Rijksmuseum”a gidiyoruz. Rijksmuseum Ulusal Müzesi Amsterdam’ın, en önemli müzesi. Koleksiyona Louis Napolyon tarafından 1808 yılında başlanmış. Asya Sanatı, Hollanda sömürge dönemi, ortaçağ heykelleri, porselenler, eski deniz teknolojileri ve silahları üzerine bir sürü eser barındırmakta. Rembrandt ve Vermeer gibi sanatçıların eserleri de bulunmakta, hatta müzenin en ünlü eseri “Rembrandt's Night Watch”. Rembrandt'ın başyapıtı sayılan 1642'de tamamladığı "Gece Nöbeti", grup portrelerinin en güzel örneğidir. Üslup bakımından portrelerindeki erişilmez canlılık, ayrıntılarla zenginleştirdiği kompozisyonlar ve Rönesans Venedik resmini anımsatan renk derinliği ile tam bir sentezdir. Yapıldığı dönemde Hollanda'da bir tür sosyal klübe dönüşmüş şehir milisi bölüklerinden birini konu alır. Eserin başına gelmedik kalmamıştır. 1715'te ilk teşhir yerinden Amsterdam şehir müzesi'ne taşınırken kapıdan sığmadığı için dört tarafından kırpılır. Şu an elimizdeki resim eksiktir yani. 2 kez de bıçakla ve asitle saldırıya uğramıştır. Resmin meczupların bu kadar ilgisini çekmesinin asıl nedeni Amsterdam şehri'ne ait bir kutsal emanet gibi görülmesi. Eserin kurşun dökümden bir modelini “Rembrandtplein”e yapmışlar. Aralarına girip fotoğraf çektiriyoruz, süper sanki insan kendini o dönemde onlardan biri gibi hissediyor.
Rijksmuseum, 9 ile 18 arası açık. Biletler 12,50 €. Biz müzeyi çok beğeniyoruz. Ben 30€ a müzenin satış mağazasından Rembrandt’ın ve o dönem ressamların tablolarında görülen bardaklardan yapmışlar, onlardan bir tane alıyorum. El yapımı uçuk yeşil, camdan. Çok etkileyici.
Müzeden, “Singel”de ki, meşhur çiçek pazarına gidiyoruz. Hollanda lale soğanları dahil, tohum, soğan ve çiçek dolu, insanın gözü gönlü açılıyor. Oya oradan arabama çok şirin bir melek alıyor.
Hollanda’nın, mavi beyazı daha çok bilinen, “delft” porselenleri ünlü. Bir dükkandan köpekler ve horozlar alıyorum.
Soluğu Remrandt’ın yeşil kapılı evinde alıyoruz. İçeride mümkün olduğunca o dönemi anımsatan, soğuktan korunmak için, dolap gibi yapılmış yataklardan var. Şömine ve diğer eşyalar hepsi o döneme uygun. Kapı girişinde sergilenen bazı objeler, evin tamiratı esnasında, yıllar sonra, lağım çukurunda bulunmuş. Rembrandt’ın alt kattaki resim baskı odasının, benim çok beğendiğim, yeşil taşları ise yıllarca su altında kalmış olan bir geminin ambarlarından çıkartılıp buraya döşenmiş. Evin üst katında ressamın onlarca desenleri duvarları süslüyor. Ayrıca bir bölümde o zaman için çok ilginç olan objeler konmuş, mesela doldurulmuş Afrika hayvanları, çeşitli elde yazılmış kalın defterler, kemikler yerlilere ait çeşitli silahlar v.s.
Rembrandtplein yakınlarında ki bir meydanda, Mısırlı bir garsonun hizmet ettiği restoranda ben deniz ürünleri, Oya ve Miki’de pizza yiyoruz. Sonrasında kanallar boyunca yürüyüp, etrafı iyice gözlemliyoruz. Bisiklet kullanımı çok fazla. İnsanlar gayet rahat. Her yerden tramvay geçiyor, kalabalık değil. Kanal kıyısında bir kafede oturup hem kahve içip sohbet ediyor hem de dinleniyoruz. Dolaştığımız, gördüğümüz yerler arasında, “İn de Waag” binasını çok beğeniyorum. Bu bina Rembrandt’ ın, o meşhur anatomi dersi isimli tablosuna esin kaynağı olmuş. Eskiden tartım evi ve çeşitli loncaların toplanma yeriymiş. Tabi operatörlerde dahil buna.
Akşam, “Red Light District” e gidiyoruz. Ortadan geçen kanalın iki tarafında ki evlerin altı mağaza vitrini gibi. Kimisinde yan yana camlı kapılar var. Camların ardında içerinin görünmesini engelleyen bordo perdeler. Orada, satılık eşya imiş gibi vitrinlerde müşteri bekleyen kızlar ve o görüntüler insanlık adına çok üzücü. Bu bölge çok eskiden Hollandalı açık denizlerden gelen gemiciler, denizciler için kurulmuş.
Yorgunluktan daha fazla gezemeyeceğimizi anlayınca, tramvayla otelimize dönüp yatıyoruz.

25 Temmuz sabahı gene saat 8:30 da, şirin bir balıkçı köyü olan “Volendam”a gitmek üzere, otelden ayrılıp, otobüse biniyoruz. Amacımız bir ada olan “Marken” e gitmek. Marken ahşap evleri, bol renkli ve çiçekli bahçeleri, Van Gogh’un resimlerindeki gibi açılıp kapanan köprüleri bulunan bir ada. Amsterdam’da her kapıda veya çevrede tahta ayakkabılardan görüyorsunuz. Bu tahta ayakkabıya klompen deniyor. Yapımını öğrenmek 5 yıl kadar sürüyor ve babadan oğula, usta çırak yoluyla bu gelenek devam ediyor. Yapımı ise 1, 5 saati buluyor. Şimdi makinelerde yapılıyor ama el ile yapım turistlere göstermek amacıyla öğreniliyor. Klompen eski tarihlerde tarla işçilerinin, çiftçilerin kullanması amacıyla yapılmış . Kullanımı yayılan klompenin , renginden, modelinden kişinin evli veya bekar olduğu, mesleği gibi özellikleri anlaşılırmış. Klompen yaş kavak ağacından yapılıyor.
Marken’i arkanıza alıp denize baktığınızda da, çok güzel bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Sanki eski flaman ressamların bir tablosunun içindeymiş gibi hissediyor insan. Bulutlar burada yer yüzüne daha mı yakın ne? Deniz ise her zamankinden daha mavi. Ada ise yeşiller ve çiçekler içerisinde. Su zaten her yerde. Yeşille ve mavi her yerde sevişiyorlar. Marken’de çevreyi dolaştıktan sonra acıktığımızda çiğ ringa ile bira içiyoruz. Tadını Oya beğenmese de, ben bayılıyorum. Marken Volendam arası yaklaşık 25 dakika sürüyor. Volendam da çok fazla hediyelik eşya mağazası var.
  Oralardan dikilmek üzere yastık yüzleri, magnet ve çok şirin kuzu şeklinde bir yastık alıyorum. Bir müddet sonra havadan mıdır? Yoksa gördüğümüz jumbo karideslerden midir? bilinmez karnımız tekrar acıkıyor. Deniz ürünleri üzerine bir fast food restoranına giriyoruz. Enfesti karidesler enfes! Tabi yanında biralarımızla… Yemeğimizi de yedikten sonra tekrar otobüse binerek, Hollanda’nın meşhur peynir yapım yeri “Edam”a gidiyoruz. Oya ile 3 er teker çeşit çeşit peynirlerden alıyoruz. Ayrıca sucuk formundaki isli peynirden ve de buranın meşhur badem liköründen alıyorum. Bunları nasıl taşıyacağımı düşünmeden tabi. Fakat peynirler o kadar muhteşem ki, yeme de yanında yat. Her yer öbek öbek çiçek, pencerelerin önü, bahçeler, yollar, kanallar, sanki Alice harikalar diyarında gibi… rüya gibi… Evler tek katlı olmasına rağmen pencerelerin perdeleri hep açık ve önlerinde süsler var, adetmiş.
Şehrin merkezine geri döndüğümüzde, gene “Red Light District”e gidiyoruz. “Erotic Museum”u geziyoruz. Kocaman bir penis şeklindeki koltuktan tut da, erotik pamuk prensese bir sürü ilginçliğin bulunduğu bir yer. Hediyelik eşyalardan ise herhalde bahsetmeme gerek yok. Akşam yemeğe güzel bir Meksika restoranına gidiyoruz.
Sonra “Baba Coffeshop” a gidiyoruz. Orada yiyip içtiğim hiçbir şeyden etkilenmiyorum. Hafif geliyorlar herhalde!!!
Sonra istikamet “İbis Center Otel”.

26 Temmuz sabahı kahvaltıda sonra “Madame Tussaud” mumya müzesine gidiyoruz. Kapıda biraz sıra beklemeden evvel erken gelmişiz deyip, müze yakınlarında ki “Cafe Van Daele” de kahve içiyoruz. Müze kapısına tekrar geldiğimizde, karısı içeride çalışan bir Türk’le tanışıyor hemen kaynaşıyoruz, hatta bizi evine bile davet ediyor, fakat bizim vaktimiz yok deyip teşekkür ediyoruz. Müze kapısından girer girmez nefesimiz kesiliyor. Karşımızda Johnny Depp, o meşhur saç ve kıyafetleriyle. Hemen yanına geçip bir resim çektiriyoruz. Mumya olduğu en çok ellerinden belli oluyor. Kolları ise çok sert. Ama maalesef, kasdan değil.
İçerde kimler yok ki? Marilyn Monroe, Michael Jackson, Picaso, Gandhi, George Clooney, Liz Taylor vs vs anlayacağınız herkes orda. Sanatçılar, devlet adamları. Tabi gözümüz Atatürk’ü aradı boşuna. Bu arada masa başında oturan George Clooney ile konuşmaya başlayınca ben, yanımdaki Turist neler söylediğimi sordu gülerek. Tabi ben de biraz sansürlü tercüme ettim.

Zaanse Schans, adını Zaan ırmağından alan bu köy 17. yüzyıl köy yaşantısını canlandırmak amacıyla; Zaan bölgesinden, o döneme ait, dükkanların, yeşil boyalı evlerin, tarihi binaların ve değirmenlerin buraya taşınmasıyla oluşturulmuş. Daha o bölgeye yaklaşırken, tablodan fırlamış gibi bir görüntü, gözlerinizi ayıramamanıza neden oluyor.

Bir kere her taraf yemyeşil otlarla kaplanmış. Sanayi ve şehirleşmenin yok ettiği değirmenlerden kala kala buraya getirilen ancak on tanesi kalmış. De kat; boya değirmeni; işin ilginci değirmen hakkındaki bilgileri içeren broşürü hangi dilde isterseniz o dilde veriyorlar. Tabi biz türkçesini alıyoruz. Değirmenin üst katından dışarı baktığınızda çatısının kamışlardan yapıldığını görebiliyorsunuz. Kamışları korumak için üzerine ince bir tel örgü konmuş. Buradan fotoğraf çekiyoruz. Değirmenleri gezmeyi bitirdikten sonra, “pannekoeken” yani Fransız kreplerinden daha kalın peynirli, süper bir krep yemek için, çok şirin bir restorana giriyoruz. Hava güzel, restoranın verandasında kahvelerimizi içip, dinlenmiş olarak oradan ayrılıyoruz.
Şehir merkezine vardıktan sonra, arkadaşımız Mike’ın bizim için hazırladığı sürprize müdahil oluyoruz. “Candle Light Cruise” turu. Amsterdam kanallarında mum ışığında şarabımız, meyve ve çerezimizle günün yorgunluğunu atıyoruz. Bizim için Amsterdamı bir de, gece kanallardan görmek güzel bir deneyim oluyor. Her şey çok güzel, teşekkürler Mike.

27 Temmuz sabahı, kahvaltımızı otelimizde yaptıktan sonra, Anne Frank’ın evini ziyarete gidiyoruz. Mike ile de biz kuyruktayken buluşuyoruz.
Anneliese Marie Frank (12 Haziran 1929 - 1945), Almanya'daki Yahudi Soykırımının simge isimlerindendir. 1942'de Yahudi olarak işaretlen Anne Frank, 14 yaşındayken babası Otto Frank'ın Prinsengracht'taki ofis binasının arkasında bulunan gizli bölmede ailesiyle, saklanmaya başlar. Beraberlerinde yakın dost oldukları 4 kişi daha vardır. Burada bir hapis hayatı yaşarlar ve ailelerin dış dünyayla bağlantısını, ihtiyaçlarını Otto Frank'ın sekreteri sağlar. Anne, on üçüncü yaş gününde kendisine hediye edilen bir günlüğe saklandıkları iki yıl boyunca yaşanan olayları günü gününe yazar. İki yıl sonra saklandıkları yer polis tarafından basılır. Frank ailesi ve diğer aile trenle Polonya'daki Auschwitz toplama kampına gönderilir. Bir süre sonra Anne Frank ve diğer ailenin üyeleri farklı toplama kamplarında ölürler. Daha sonra, “Anne Frank’ın Günlüğü” defalarca basılır.
Biz de, tarihin o döneminin korku ve şiddetini yansıtan bu evi, insanlık ve kendi adımıza üzüntü ile geziyoruz. Buradan çıkardığımız sonuç: özgürlük insanın sahip olduğu en değerli şeyi ve onun için yapmayacağı şey yok!

Artık bugün yurda döneceğimiz için salına salına gezip, nadirde görünse, içmizi ısıtan güneşin eşliğinde, şehrin görüntülerini beynimize kazımaya çalışırken, gördüğümüz yerel bir pazara dalıyoruz. Bizim pazarlardan, birkaç ürün hariç, hiçbir farkı yok. Orada, Mike ve ben çiğ ringa balığı yiyoruz, tadının çok güzel olduğunaysa Oya’yı bir türlü inandıramıyoruz. Sonra kısa bir dondurma ve kahve molası ve tekrar devam.
Bir kaç saat sonunda, nehir kıyısında “Hard Rock Café” de bir bira molasında buluyoruz kendimizi. İyi bir dinlenme molasından sonra, uçağımızı kaçırmamak için otele uğrayıp bavullarımız aldıktan sonra, bir taksiye binip Amsterdama yeniden dönünceye kadar veda ediyoruz. Hafızalarımıza güzel bir kent daha ekleniyor!!!

18 Şubat 2011 Cuma

UZAKDOĞU



UZAKDOĞU ASYA
28 Ocak- 12 Şubat 2011


Bundan 6 ay evvel, Hindistan gezi arkadaşım Zekeriyya’nın rehberimiz Melih Eriş ile Uzakdoğuya gitme fikrini ilk duyduğumda hemen kabul ettim. arkadaşım Esin’i de bu gezi için kandırmam çok zor olmadı doğrusu.Grubumuz 20 kişi. Bu güne kadar katıldığım gezilerden farklı olarak, ilk defa erkek sayısı bayan sayısından fazla. Bunun da nedeni gittiğimiz bölgeyi düşününce; gayet açık:)


ÜRDÜN – AMMAN
28 Ocak 


Cuma sabahı 12 de Kemal, Esin’le beni Yeşilköy Havalimanına bıraktı. Bize tur liderliği yapacak olan İzmir’den geziye katılan arkadaşımız Zuhal’i Ürdün Kraliyet Havayollarının önünde bulup, bavullarımızı da teslim ettikten sonra 14:30 uçağı ile ver elini Ürdün, Amman. Ürdün’e indiğimizde saat yaklaşık 5 falan. Orada Bangkok uçağını beklerken yaklaşık 8 saat gibi boş bir vaktimiz var.
GRUBUN BAYAN BÖLÜMÜ
Dışarı çıkmak isteyenlerle birlikte havalimanından dışarı çıkıyoruz. Ürdün Türklere vize uygulamıyor. Allahtan uygulamıyor bir de uygulasa dışarı kaçta çıkardık bilemiyorum. Çıkmasına çıkıyoruz da, o kadar kişinin başında bir rehber olmayınca, her kafadan bir ses çıkmaya başlıyor. Kimisi otobüse binelim derken kimi taksi diye tutturuyor. Sonuçta taksiyle şehre inilmeye karar veriliyor. Bulduğumuz taksilerle yaklaşık 30 Dolar vererek 3er kişi, yaklaşık yarım saat süren bir yolculuktan sonra Amman’a varıyoruz. Amman’a inenler toplam 9 kişiyiz. Hava yağmurlu.






Taksicinin söylediğine göre bu mevsimde böyle olması normalmiş. Önce “ La Saison” diye bir kafede oturuyoruz, daha sonra bari ünlü bir meydanını görelim diye taksiyle Abdül Circus’a gidiyoruz. Oraya gitmemizin tek faydası yediğimiz güzel felafel, humus ve ful denilen köfteden oluşan; içine domates ve salatalığın da konulduğu felafel sandviç. Bu arada ahçı beni yanına çağırarak, felafel yapımını öğretiyor:)


AMMAN'DA FELAFEL YAPARKEN:)
Yarım dinara yiyoruz. Nefis bir şey yolu düşene kesin tavsiye ederim. Bunun haricinde, maalesef orada da görülecek bir şey yok. Küçücük bir meydan. Bir daha yolum Amman’a düşse de şehre inmeyi düşünmem anlayacağınız. Bu arada, ben , Nedret, Zekeriyya yeni açılan bir mağazaya giriyoruz, ve de tesettürlü kızlar bize açılış şerefine 2şer tane fular hediye ediyorlar.




Ben gene dayanamayarak fular koleksiyonuma 15 Dolara, koyu yeşil bir şal katıyorum. Olacak o kadar:)


TAYLAND – BANGKOK


29 Ocak 
Gece 1 de Bangkok uçağımız havalanıyor. Yerel saatle 13.30 da Bankong’a iniyoruz. Yaklaşık 9 saat uçuyoruz. Havanın sıcaklığı ve yolculuktan epey bir sersem haldeyiz. Kalacağımız Otel “D & D İnn” e varmamız 4ü buluyor. Tayland para birimi baht. Otelin bahçesi çok hoş. Havuzundaki kocaman rengarenk balıklar hemen, her girenin dikkatini çekiyor.





Oturup 70 bahta birer bira içiyoruz. Tayland’ın meşhur biraları Singha ya da Tiger. Odamız 5. katta.
Birer duş aldıktan sonra Esinle ikimiz tuktukla MBK’ya gidiyoruz. Amacımız cep telefonu almak; ben Selim’e, Esin de kendine.
MBK BANKOK
Neyse Esin ile saatler süren telefon alma işimiz bittiğinde saat yaklaşık 10 falan. O kadar ağır anlayıp hareket ediyorlar ki, bir ara birbirimize bakıp bu telefon alım işinden vaz geçsek mi diye düşünüyoruz. Resmen fenalık geliyor. Neyse sonun da Esin 950 Dolara bir Iphone 4, ben de Selim’e 457 Dolara Blackberry Bold 9780 alıp oradan ayrılıyoruz.




MBK Tayland’ın en büyük elektronik alış veriş merkezlerinden biri. Telefonlar 4. katta:)
Otelin sokağı o kadar hareketli ki sürekli her yerden yüksek tonda müzik geliyor. Birer bira eşliğinde bir şeyler yedikten sonra otelimize geliyoruz ki, aman Allahım onca yorgunluğa rağmen uyumak ne mümkün?


Adamlar bizim odada çalıyor sanki. Duş alıp, geceliklerimizi giymemize rağmen tekrar giyinip sokağa çıkmaya karar veriyoruz. Odada durulacak gibi değil. Resepsiyonu aradığımızda şu anda arkadaki sessiz odalarda yer olmadığı cevabını alıp, haklı olarak sinirleniyoruz. Yarın bu işin peşine düşeriz diyerek kendimizi sokağa atıyoruz. Sokakta bizim gibi uyuyamayıp kendini sokağa atan bir arkadaş ile karşılaşıp birer bira içiyoruz.


ZUHAL, BEN,NEDRET OTELİN SOKAĞINDA


Saat 4:30 ama bunların susmaya niyeti yok tekrar odaya dönüp umutsuzca uyumayı bekliyoruz ama nafile!


TAYLAND – CHIANG MAI


30 Ocak 


Sabah kahvaltısından sonra "Ayuttaya"ya doğru yola çıkıyoruz. 1350 yıllarında kurulan ve 18. yüzyılda Burmalılar tarafından yıkılan Ayutthaya şehri, UNESCO’nun Dünya Miras listesinde. Prang (kutsal emanet kuleleri) ve devasa manastırların öne çıktığı kalıntılar ihtişamlı geçmişi hakkında fikir vermekte. Aynı zamanda, Tayland'ın eski başşehri.  Karşımızda dev gibi bir tapınak görünce şaşırıyoruz. What Phu Khao Thong (Golden Mount) dayız. Eh buraya gelmişken bu devasa merdivenleri çıkıp manzarayı görmeden olmaz.





Merdivenleri çıktığımız gibi tekrar tıpış tıpış inip, Yandaki Budalarla dolu tapınağa giriyoruz.








AZ KALDI NİRVANA YAKINDA










Wat Pho, Bangkok’taki en eski ve en büyük tapınak. Ayrıca, en büyük “Yatan Buda” ( reclining Buddha ) heykeli (46 metre uzunlukta, 15 metre yükseklikte ) bu tapınak içerisinde.




Wat Pho, ayni zamanda Thai masajı da dahil olmak üzere geleneksel Thai tıp tekniklerinin öğretildiği bir merkez niteliğinde. 

Buradan kraliyet sarayına gidiyoruz. Müthiş bir yer . Ne görkem! ne görkem! Her yer heykel. Ama renkli renkli çok güzeller. Tapınaklar da da ayrı bir görkem mevcut. Hava sıcak ve nemli, insanı kesiyor. 


31 Ocak

Sabah 7:30 da “Floating Market”e yani, "Yüzen Pazar"a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolda bir arkadaşımızın midesi bulandığı için duruyoruz. Kaybettiğimiz zamanı nedense kelle koltukta bir şekilde tamamlayarak sağ salim “Floating Market’e” varıyoruz.









Otele döndüğümüzde hışırımız çıkmış vaziyette. Birer soğuk bira söyleyip yorgunluk atıyoruz. Akşam trenimiz 19:45 de “Chiang Mai"a gidiyor. Tayland trenleri Hindistan da ki gibi üst üste 3 ranzalı değil 2li, yani daha rahat. Kompartman da ben üzerimde Esin karşımda Fatma onun üzerinde de Hülya yatıyor. Trenin restoran bölümüne gittiğimizde resmen burayı ele geçiriyoruz. Müzik, dans, içkiler gırla. Bu bölüme her giren yabancıyı alkışlayarak onları da havaya sokuyoruz. Bir ara İzmirli Esin, Nedret ve ben kendimizi; kafamızı tren penceresinde çıkartmış bağırırken buluyoruz. Melih’in yandan bir tren geçerse kafanız kopar uyarısı üzerine normale dönüyoruz,ama gerçekten muhteşem eğlenceli bir gece geçiriyoruz. Garsonlarımızdan biri diş adedi bayağı sayılı olan şirin bir Taylandlı diğeri ise Taylandın 3. cinsiyeti olarak kabul görmüş bir “lady-boy”: Nathalie. Kompartman da geçirdiğimiz gece tren rahat olmasına rağmen çok da rahat geçmiyor, istasyonlardaki dur kalklarda uyanıyorum. Benim gibi uyuma özürlü birisi için tabi bu çok normal.
 Burada her şey yüzüyor. Bir kanal ve yaşam bunun üzerinde. Onlarda herhalde burada karadakinden daha rahatlar. Çok ilginç görülesi bir manzara. Buradan bazılarının ismini dahi bilmediğimiz tropik meyveler alıyoruz. Tatları nefis. Ben 360 bahta daha sonra başıma dert olacak bir çanta:). 

1 Şubat
Sabah trenin restoranında çaylarımızı içip yanımızda getirdiğimiz ekmek sandviç meyve ne varsa yiyoruz. Trenin camları açık. Dışarıda insanın yüzünü okşayan çok hoş bir hava var. Saat 10 gibi “Chiang Mai”ye varıyoruz. Öncelikle otele yerleştikten sonra, şehri tepeden gören ünlü Budist Tapınağı "Wat Pharahat Doi Suthep"i ziyarete gidiyoruz.









İzleyiciler