8 Ekim 2009 Perşembe

STRASBOURG + PROVENCE ve COTE d’AZUR

FRANSA 
LAVANTA TARLALARI
27 Temmuz - 5 Ağustos 200

Strasbourg + Provence ve Côte d’Azur

Strasbourg
Fransa’ya gitmeye karar verdiğimizde en iyisinin buradan oraya gidip, oradan yerel bir tur almak olduğuna karar vermiştik, fakat çeşitli yazışmalar sonucunda, belirlediğimiz zamana uygun bir tur bulamadık. Sonunda direk güneye, Côte d’Azur’e gitmek yerine; geziye önce yol arkadaşım, Ayla’nın Strasbourg’da yaşayan bir arkadaşında 2 gün kalarak başlamaya karar verdik.EasyJet’in ucuz uçuşları var, ama İsviçre Basel’e, oradan da Strasbourg’a trenle aktarma yapmak gerekli.
O yüzden THY ile direk uçuş tercih ederek, 27 Temmuz da öğlen Strasbourg’a varıyoruz…. Hava bayağı sıcak ve işin komiği herkes bizim tersimize güneye tatile gittiği için, ortada çok az insan ve araba var…. Önce arkadaşımızın güzel bir meydana bakan stüdyo katında dinleniyoruz, ondan sonra kendimizi “Robertsau” bölgesinde yer alan “Château de Pourtalès" de buluyoruz… Kocaman bir parkın içinde yer alıyor, anlaşılan zamanın tüm ünlü kişileri ve entelleri burada kontes Pourtalès tarafından misafir edilmiş… Oradan gene yürüyerek Strasbourg’un simgesi olan leyleklerin bolca bulunduğu “Orangerie” de kendimize göl ve leylek manzaralı bir masa bulup soluklanıyoruz… Sütsüz dondurma diye nitelendirebileceğimiz “sorbet”lerimizi ve yanında nane şerbetlerimizi içerek serinliyoruz…
Strasbourg’un çevresi yemyeşil; şehrin içi ise, çeşitli dönemlere ait bir sürü tarihi yapıyla bezenmiş… Şehir 1988 de Unesco tarafından dünya mirası listesine alınmayı çoktan hak etmiş… Strasbourg, oyuncak bir şehir gibi, Ren Nehrinin batı kolu olan III Nehrinin kanalları üzerinde minik minik köprüler… kiliseler yanından kıvrılarak nehre ulaşan daracık parke taşlı yollar harika (bu yüzden de topuklu ayakkabı giyilmemesini tavsiye ederim:) …. Hele de “La Petite France” bölgesinde ki 500 yıllık “alsace” evleri, iyi ki Strasbourg’a gelmişim detirten cinsten, mutlaka görülmeli!!!
Muhteşem gotik mimarisiyle “Notre Dame Katedrali” ise bir sanat şaheseri; Habsburg ailesi mensubu papaz Wernher tarafından 1015 yılında inşa edilmiş bir bazilika üzerine 1176 yılında kurulmaya başlanmış, 1439 yılında da kısmen bitirilmiş. Aslında Fransızlarla Almanlar arasındaki savaşlar nedeniyle bir türlü tamamen bitirilememiş.
Bu nedenle tek bir kulesi bulunuyor. 142 metre yüksekliğindeki katedral XIX. yüzyıla kadar Hıristiyanlığın en yüksek mimarisi olarak tarihe geçmiş. Katedral, yaz aylarında akşam geç saatlerde, ışık oyunlarıyla birlikte önünde verilen çeşitli konserlere şahitlik ediyor….Katedralin hemen karşı köşesindeki, en eski alsace evi olan “Kammerzell Evi”, şu anda retoran olarak hizmet veriyor…
Lahana ve domuz etinden yapılan “choucroute” önemli bir yöresel spesyalite… Bunun yanında, özellikle de yılbaşlarında yenen “foie gras”, yani kaz ciğeri bölgenin diğer bir denenmesi gereken spesyalitesi. Bir çeşit mantar olan “truffe” ü de bu listeye ekleyebiliriz. Şahsen ben “truffe” den pek hoşlanmadım hiç tadı yok gibi; fakat kaz ciğeri, biraz yağlı da olsa, ekmek üzerine sürülerek gayet iyi gidiyor… Bizim lahmacunun incesini andıran “Tarte Flambée”yi, akşam gittiğimiz nehir üzerinde yer alan çok şık ve şirin bir restoran olan “L’ancienne Douane” da yedik. Eh idare ederdi, ama “Kronenbourg” biraları gerçekten bu bölgenin meşhur beyaz şapları “pinot ”veya “muscat”la boy ölçüşecek tatta. “L’ancienne Douane” ise 1358’den beri şarap ve balık pazarı da dahil olmak üzere çeşitli şekillerde hizmet vermiş bir bina, şimdi de alsace mutfağının tüm spesyalitelerini sunan çok hoş bir restoran. Hava kararmaya başlayınca yağmura yakalanmadan eve gelip balkonda gene güzel bir Fransız şarabı eşliğinde yağmurun tadını çıkarıyoruz.
İkinci gün yani 28inde arkadaşımız bizim adımıza bir program yapamadığı için; biraz şaşkın, biraz hayal kırıklığına uğramış bir şekilde, başımızın çaresine bakıyoruz!!!
“Batorama “ile bir kanal turu Allahın emri tabi… Sonrasında, “La Petite France” da nefis fransız peynirleri eşliğinde, meydanda; “La corde à linge”de içtiğimiz “pinot noir” ın tadı hala damağımda…
Dolaşırken katedralin karşısında yer alan “Aux Merveilles de la Cathèdrale” adlı mağaza resmen aklımı başımdan alıyor. Şövalyeler ve ortaçağ duvar halılarının desenleriyle bezenmiş yastıklar… Gotik canavarlı ayna ve mumluklar kendimi kaybetmeme yol açıyor. Ortaçağ meraklılarına şiddetle tavsiye edilir!!!
Pazartesi olması nedeniyle modern sanat müzesi de dahil hiçbir müzeyi gezemiyoruz. Bu arada meşhur şarap yolu gezisi de yatınca, en iyisi ertesi gün Strasbourg’dan ayrılalım deyip TGV (hızlı tren) den bilet alıyoruz.


3. gün yani temmuzun 29unda, sabah erkenden 8 saatlik “Avignon” yolculuğu için trende yerimizi alıyoruz. Aman, sakın trene binmeden evvel biletinizi küçük makinelerde onaylatmayı unutmayın, cezası büyük… Her şey iyi hoş da; trende restoran var diye bildiğimiz için, yanımızda Alara’nın çukulata ve organik eriklerinden başka bir şeyimiz yok.. hee bir de 2 şişe su, çikolatalardan yandıkça içmek için… öğlene doğru karnımız felaket acıkıyor ama nafile, yolculardan aldığımız bilgilere göre, trende restoran yok. El arabasıyla yiyecek içecek bir şeyler satılıyor fakat bu arabanın da ne zaman piyasaya çıkacağı belli değil… Çölde vaha bekler gibi arabayı beklemeye başlıyoruz… Araba ortaya çıktığında ise saat 4! Biz zaten 5 de trenden ineceğimiz için artık çok geç… Ama yaban ellerde açlıktan ölmemek ve de “Avignon” için enerji toplamak üzere bir şeyler alıp tıkınıyoruz…


AVİGNON


Avignon’ a vardığımızda Strasbourg’un sakinliğinin tam tersine bir cümbüş havası ile karşılaşıyoruz… E tabi, ne de olsa, her yıl temmuz ayında yapılan Avignon tiyatro festivalini yakaladık, az şey mi? Elimizde önce küçük dediğimiz ama taşıdıkça ağırlaşan bavullarımızla, en yakın 2 yıldızlı “İbis” otele yerleşiyoruz… Oradan ver elini turizm information bürosu… Avignon nehir kıyısında, geniş bir caddeden oluşan çok küçük bir şehir, fakat bu yıl 62. si düzenlenen tiyatro festivali dolayısı ile sanki bütün dünyanın merkezi haline gelmiş gibi. Her yerden gelen insanlardan oluşan, acayip bir kalabalık var!!!… Büro kapanacak korkusuyla, bir sürü tam ve yarım günlük tur arasından, bize en romantiği gibi gelen lavanta turuna bilet alıyoruz… Ertesi sabah bizi otelin kapısından alacaklar…
Hava nerdeyse boğucu, şehrin girişinden itibaren her yer göz alabildiğine afişlerle süslenmiş, bir de bu yetmezmiş gibi biz yemek yerken masamıza yanaşıp her grup kendi tiyatrosu hakkında bilgi veriyor ve bu arada da bizim yemekler soğuyor… Yemeğimizi şehrin en önemli meydanı olan “ Place de l’Horloge” saat meydanında “La Civette”de yiyoruz…

Özellikle şunu söylemek isterim ki Fransa’da geçirdiğimiz 10 gün boyunca yediğim hiçbir şey midemi yakmadı ve bozmadı. Dikkatimizi çeken diğer bir şey de her şehirde meydanlarda atlı karınca bulunması. Kalabalığı seyredip, etrafı gezerek akşamı ediyoruz.
30 temmuz sabahı, lavanta turumuza çıkıyoruz… İlk durak muhteşem bir tepede yer alan benim gibi ortaçağ manyaklarının seyretmekten usanmayacağı “Gordes” kasabası, daha sonra gene bir ortaçağ kasabası olan “Sault” a uğruyoruz fakat maalesef pazar var:(, biz tabi pazar gezmekten zamanımızın kısıtlı olduğunu unutarak, eski şehri göremeden, elimizde pazardan aldığımız, ipe takılı, eski görünümlü meşhur Marsilya sabunları ve lavantalar olduğu halde, gözümüz arkada, minibüsümüze biniyoruz… hay Allah gene zamanı tutturamadık:)
Yollarda sağlı sollu lavanta tarlaları… mor mor dalgalar… Bir an sanki babaannemin bohçasından çıkardığı çamaşırlarının kokusu burnuma geliyor … ama ne nostalji... ”Sénanque” manastırı önünde klasik bir lavanta tarlası manzarası, XII. yüzyıldan kalma manastır, Saint Benoit tarikatının bir kolundan rahiplere ait. Öğlen yemeğimizi gene Place de l’Horloge’ da yedikten sonra kendimizi kalabalığa bırakarak, başka bir meydana akıyoruz… Aman tanrım işte sonunda dünyanın en önemli ve görkemli gotik sarayının önündeyiz…. “Le Palais des Papes”, 14. yüzyıldan kalma Papalık sarayı… Bir dönem papalık Roma ‘dan Avignon’a taşınınca bu dünya mirası yapı, 9 papaya ev sahipliği yapmış. Sarayın içinde eşya anlamında bir şey yok, ama bina ve freskler görülmeye değer… Sarayın en tepesinden “gargouille” lar, (”çörten”ler) yani ortaçağ su olukları arasından manzara harika. Sarayın hediyelik eşya satış kısmından Alara’nın beni koparması bayağı zor oluyor, çünkü ortaçağla ilgili bir sürü kitap var… Tabi bunlardan 6 tanesi hemen alınıyor, bu arada da hiçbir şey almam diye geldiğim Fransa’da; bu ağırlıkları nasıl taşıyacağım kaygısı baş gösteriyor… Neyse! 5 tonda olsa bu kitaplar alınacak! (zaten beni iyi tanıyanların bundan hiç kuşkusu olmaz) Oradan, Ayla’nın kaybettikleri listesinde yer alan, Saint Bénezet köprüsünün biletini de bir müddet arayıp, bulamayınca; memurdan rica ediyor ve içeri biletsiz alınıyoruz… Saint Bénézet (Avignon) Köprüsü’nün efsanesi ise şöyle: dağlarda Bénézet isimli garip bir çoban, gaipten sesler duyması üzerine şehre inip başpapaza gider.
Rhône nehrinin iki yakasını birleştirecek bir köprü yapmak istediğini söyler. Bunun üzerine konu mahkemeye aktarılır, dönemin Yargıcı, Bénézet’nin boyundan büyük bir kaya parçasını kaldırdığı takdirde kendisine köprünün yapımı için izin verileceğini söyler. Mucize bu ya, küçük çoban tuttuğu gibi bir kavrayışta kayayı kaldırıp Rhône Irmağı’nın orta yerine fırlatıverir. Ve tek başına yaptığı köprü 500 yıl boyunca iki kıyıyı birleştirir. Fakat, gel zaman git zaman Rhône nehrinin sularına dayanamayan bir yarısı yıkılır. Şimdi köprü meşhur Provence şairi Mistral’in yarım kalmış bir şiiri kadar yarım. Kimbilir, belki onu bu kadar cazip kılan da, bu kaybolan yarısıdır???
Akşam üstü , bana göre çok da luzumsuz olan, hiç tavsiye etmeyeceğim, tekne turuna katılıyoruz. Akşam yemeği gene “La Civette” de. Gene biralarımızı çeşitli tiyatro ve pantomim gösterileri arasında içiyor ve yatmaya otele gidiyoruz. Gidiyoruz ki otelde kapı duvar, meğerse şifre almamız gerekiyormuş akşam belli saatte kapılar kapanıyormuş, Amman dikkat!!!



ARLES 
31 Temmuz öğlen Van Gogh’un uzun müddet yaşadığı ve muhteşem doğasını, köprülerini, kafelerini resmederek hafızalarımıza kazıdığı Arles’dayız. Önce “Hotel de la Muette”e yerleşiyoruz, sonra ver elini petit train. Buradaki, petit train’i de tavsiye etmiyorum çünkü zaten yürüyerek dolaşacağınız yerlere gidiyor, boşuna zaman kaybı. Biraz Van Gogh’un izinden gitmenin tam zamanı:) Meşhur ressamın kulağını kestikten sonra bir müddet kaldığı hastanenin bahçesi, şimdilerde turistik bir mekan olmuş. Orada yan masadaki iki fransız bayandan aldığımız tüyolara uyarak güzel bir yemek yiyoruz. Arles’da da çeşitli etkinlikler var. “Musée Réattu” kıyafet müzesini geziyoruz. Bu arada Ayla grip, dinlenmek için meşhur Roma arenasının hemen karşısındaki “Le Lion Gourmand” da etrafı seyredip bitki çayı ve “café gourmand” içerek birkaç saat dinleniyoruz. Bir yere turla gitmemenin en büyük avantajı; istediğin yerde, istediğin kadar kalabilmek olsa gerek diye düşünerek otele dönüyoruz. Odamız giriş katı, tam sokağa bakıyor fakat camlar karartmalı, yani otel sahibinin söylediğine göre içerden dışarısı görünüyor fakat dışarıdan içerisi görünmüyor. İçeride ışık yandığında bunun böyle olmadığını, kapıda bahçe sulayan kadının bizi perdeleri kapamamız için uyardığı andaki müstehzi gülüşünden anlıyoruz. Aman yarabbi yoksa Arles’da meşhur mu olduk ne?:)
Akşam yemeği için küçük bir meydanda nefis ördek pişiren bir yer buluyoruz. Garsonumuzun seçimi olan şarabımızın harika olduğunu söylemeye gerek yok. Yemekten sonra şöyle bir dolaşalım desek de, daha saat henüz 11.30 bile değilken, ortalıkta kimse kalmamasına bir anlam veremeyerek ürkek bir şekilde, neredeyse koşarak, otele dönüyoruz. Dönerken de, ilk defa Ayla’nın arkasında kaldığımı fark ederek kendimi gülmekten alamıyorum:)

MARSİLYA
1 Ağustos öğleye doğru Marsilya’dayız. Orda Ayla’ya 3 kağıt açarak burada hırsızlığın çok olduğunu, dikkatli olmamız gerektiğini söyleyip metro korkusuna üstün gelecek bir korku yaratarak onu apar topar metroya binmeye razı ediyorum. C’est la vie! ne yapalımJ Eski liman yakınlarındaki “Kyriad” otele yerleşiyoruz.
Marsilya’da biraz İzmir havası var, güzel bir şehir. Önce sahilde “moules frites” denilen haşlanmış, kabuklu midye ve patates kızartmalarımızı yedikten sonra petit train ile Marsilyayı tam manasıyla tepeden görebileceğiniz “Notre Dame de la Garde”a çıkıyoruz. Petit train’de ki müzik beni eski Louis de Funès filmlerine götürüyor. Kilisede mumlarımızı dikip, bununla da yetinmeyip, yazılı olarak da dileklerimizi bir kutuya attıktan sonra rahatlıyoruz. Aşağısı tepeden hafif sisli görünüyor, “Vieux Port” eski liman, Monté Christo Kontunun adası diye bilinen “İf Adası” ve diğer adalar ayaklarımızın altında… Manzara muhteşem… Geri geldiğimizde 2. petit train’e binerek, bu sefer de şehrin diğer yarısını geziyoruz. Sahil satıcılarla dolu. Taze meyve sularımızı içtikten sonra, o meşhur Marsilya sabunlarını inceliyoruz. Hepsini kokladığımız için, bu epey bir zamanımızı alıyor:) öff şu ağırlık taşımak yok mu? Yoksa çoğu sabundan alacağız, Allah kahretsin, kakaolu sabun bile var, nefisler!… Neyse birbirimizi caydırarak oradan ayrılıyoruz…

Akşam olduğunda “Bouillabaisse” i uygun fiyatta yiyebileceğimiz bir restoran bulup oturuyoruz, çünkü “bouillabaisse”in içine konulan malzemeye göre fiyatı çok değişiyor; 50 euroya bile var. Sonuçta, kızarmış la haşlanmış arası fener balığı türü balıklarla patates kızartması ve de yanında kase içinde baharatlı bir sos geliyor. Ayla’nın söylenmeleri eşliğinde yemeğimizi bitirip kalkıyoruz. Bence güzel, ben beğendim…



NİCE
2 Ağustos’da Nice’deyiz. Tabi bütün bu ara yolculukları trenle yaptığımızı söylemeye gerek yok. Fransa’da trenle yolculuk gayet rahat. Nice ‘de de gene İbis Otel ‘de kalıyoruz. Hava gayet sıcak ama boğucu değil. Biz gara yakınız. Sahile yani meşhur “Promenades des anglais” ye varmak için 20 dakika yürümemiz gerekiyor. Bu sahil aslen 8 km.ye yakın, mavi yeşil rengi insanı her an içine çeker gibi. Eeee, boşuna Côte d’Azur dememişler. Şehrin en güzel yanı da içinden denize girilebilmesi… Denizi arkanıza aldığınızda hava alanı sahilin solunda kalıyor. Sağdan içeri doğru Place Messana’dan ilerleyince ise “Vieux Nice” eski Nice’e varıyorsunuz. Bana göre, bu bölgede daha çok restoran bulunduğu için ağız tadınıza ve kesenize uygun yemek bulmak daha kolay. Ama biz gene de, ilk akşam benim “cuisses de grenouilles” (kurbağa bacağı) yeme israrım üzerine rezervasyonlu, daha lüks bir restoranda yemek yiyoruz. Burada bile hesabı Ayla’ya istetiyoruz “l’addition s’il vous plait!” arkasından gülüşmelerimiz… Sarımsaklı sosundan dolayı tadı bana gayet güzel geliyor, sanırım bunu Alara’da beğeniyor:) “Promenades des Anglais” sahilde yer alan lüks oteller ve kumarhaneler sayesinde, gece de ışıl ışıl… Nice ‘de ilk günümüzü sahilde dolaşıp dondurma yiyerek sonlandırıyoruz.

3 Ağustos, hava çok güzel etrafı dolaştıktan sonra denize girmeye karar veriyoruz. Bu arada turizm bürosundan “hop on hop off” tur otobüsüyle şehri gezmek üzere bilet alıyoruz. Bu turu alarak şehrin tüm görülecek yerlerini bir günde gezebilirsiniz, çünkü otobüs görülmesi gereken yerlerde duruyor ve siz indi bindi yaparak gayet rahat gezebiliyorsunuz. Zamanınız yetmezse aynı bileti bir sonraki otobüsde kullanabiliyorsunuz.

Biz denizde biraz daha kalabilmek adına, üst üste 3 otobüsü kaçırıyoruz. Otobüsün üst katında tente falan olmadığı için, biraz beynimize güneş geçerek seyahat ediyoruz… Chagall müzesi müthiş! Ünlü ressamdan, İncil’in yorumu ile ilgili istenen resim ve vitraylarla dolu. Bahçesinde ise güzel bir restoranı var, fiyatları da makul. Orada hep görüp de yiyemediğimiz kavunlu, jambonlu tabaktan istiyoruz, tabi buz gibi bir bira eşliğinde… Her ne kadar dışarıda direk güneşte durmak pek mümkün olmasa da, biz turumuza devam etmek zorundayız…Aman o da ne! Matisse müzesini atlamışız! Hemen geri dönüp müzeyi geziyoruz ama Chagall kadar bizi etkilemiyor, herhalde daha az eser bulunmasından diye düşünüyoruz. Otobüsle Cimiez tepesine çıkıyoruz. Fransisken manastırının bahçesini geziyoruz, park gibi, müzesi ise kapalı. Akşam “Vieux Nice” de, salaş görünümlü ama gene de sıra bekleyerek yer bulduğumuz “Festival de la moule” da, tas içerisinde sosla pişmiş midyelerden “moules marinières” (14 euros) yiyoruz. “Place Messéna” da; direkler üzerinde yer alan, her biri farklı formda, renkleri sürekli değişen, insan figürlerini seyrediyoruz.

4 Ağustos da, sabah bizden başka kimse katılmadığı için bize özel hale gelen bir tura çıkıyoruz. Şoförümüz o bölgede doğduğu için, gittiğimiz yerler hakkında bizi epey bilgilendiriyor. Önce tüm dünya sosyetesinin yatlarıyla ziyaret ettiği “Antibes” e uğruyoruz, tabi yeterli zamanımız olmadığı için Picasso müzesi’ni ziyaret edemiyoruz . Çok güzel ve lüks bir kıyı kasabası, çok beğendim. Sonra, orada evlerinin olduğunu bile unutacak kadar zenginlerin konuşlandığı “Cannes” a uğruyoruz. Fakat, Cannes bana çok yapay geldi. Ben “Cannes” da vakit kaybetmektense, resim ve heykel galerileri, daracık, taşlı ortaçağ sokakları, minik taştan evleri, ufacık meydanlarındaki fıskiyeli havuzları ve heykelleri ile bizi kendine hayran bırakan “Saint Paul de Vence” da uzun süre kalmayı tercih ederdim. Zaten tekrar ziyaret etme dileklerimizle, buradan zorla ayrılıyoruz. Nice’e 13.30 gibi dönünce otobüs turumuzun 2. yarısını da tamamlıyoruz. “Eglise russe” Rus kilisesini geziyoruz, tur bitiminde ver elini sahil. Sahili en yüksekten görebileceğimiz bir yere yerleşip, gün batımının tadını çıkarıyoruz. Ardından gene “ Vieux Nice” e gidip bir restoranda, güzel bir ıstakoz’lu, deniz ürünleri salatası yiyoruz, nefis doğrusu!

5 Ağustos sabahı artık dönüş günümüz diye biraz hüzünlü kalkıyoruz. Bugün müzeler açık, doğruca Modern sanatlar müzesine gidiyoruz. Modern sanatlar Müzesi, çok da zengin mutlaka görülesi bir yer değil, birkaç resim çektikten sonra, doğru denize…! oradan da giysilerimizi mayoların üzerine giyerek, NİCE’in tuzu ile THY uçağımıza binip sevgili Türkiye’mizin yolunu tutuyoruz.


Daha “NİCE” seyahatlere!!!!



































İzleyiciler