3 Aralık 2011 Cumartesi

FAS

BÜYÜLÜ FAS
31 Mart - 7 Nisan 2007




Epey bir araştırma yaptıktan sonra, arkadaşım Ayla ile, Fas’a en iyi turları Gezigen Turizmin yaptığına karar veriyoruz. 31 Mart cumartesi Air Maroc ile yaptığımız, yaklaşık 5 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, Casablanca’dayız. Beyaz şehir. Evet, işte Casablanca, ismi filmlere konu olmuş meşhur Casablanca. Bu
arada, Casablanca filminin burada çekilmiş olmadığını hatırlatmadan geçmemek gerek. Hava kararmış ve oldukça soğuk. Olsun hiç fark etmez. Dört yıldızlı “Hotel Ajiad”a yerleşiyoruz. Sekiz kişilik bir grubuz, şoförümüz Abdülkadir Bey hemen bizi Corniche’de, yani kordonda, bir gezintiye çıkartıyor. Rehberimiz Eyüp Bey süper. Buraya çok kez misafir getirdiği için bu coğrafyaya ve Arapça’ya çok hakim. Atlas Okyanusunun kıyısındayız, ilk defa okyanus gördüğümüz için bizde tuhaf duygular uyandırıyor. Müthiş bir şey!

1 Nisan Pazar sabahı erkenden kalkıyoruz, hava serin ve yağmurlu görünüyor. Günlerden Pazar ve de mevlid kandili olduğu için ortalıkta kimseler görünmüyor. Böyle zamanlarda halk genelde Marrakech’e falan tatil için gidiyormuş. Kraliyet Sarayının kapısının önünde fotoğraf çektikten sonra, II. Hassan Camii’ni dışarıdan ziyaret ediyoruz. Corniche’de ilk defa içtiğim, Fas’ın meşhur nane çayının yarısını çok sevdiğim Camel Active ayakkabılarımın üzerine dökmeme rağmen, tadını çok beğeniyorum. Fakat ikaz etmezseniz içine bol miktarda şeker koyup getiriyorlar. “Etey” genellikle küçük bardakta içiliyor, demliği yukardan tutarak çay koyuyorlar. II. Hassan Camii çok büyük ve görkemli, şimdiye kadar gördüğüm en büyük cami.


Okyanus kıyısında Casablanca’nın en önemli yapısı Hasan 2 Camii, Mekkeden sonra dünyanın en büyük camii. Fas ta büyük etkisi olan Kral 2. Hasan ın bir rüyası üzerine yapımını başlanan bu muhteşem cami, kralın rüyasına uygun şekilde İslam ın en batıdaki simgesi olarak, 4 te 3ü Atlantik Okyanusunun üzerine inşa ediliyor.1980 yılında yapımına başlanan cami, sekiz yılda tamamlanıyor. Caminin minaresi tam 200 metre yüksekliğinde. Aynı anda 100 bin kişinin namaz kılabildiği ve çok ince bir işçiliğin ürünü olan Hasan 2 Camiinin üzeri, açılabilir konumda inşa edilmiş. İki katlı cami Fas ın karakteristik özelliklerini ve Emevi etkilerini birlikte barındırıyor. Öğle yemeğimizi onların meşhur yemeği olan Tajin’i Efrun’da yiyoruz. Ben Guerir kasabasından geçip Marrakech’e varıyoruz. Marrakech kırmızı şehir.

Otelimiz beş yıldızlı, VI.Mohamed Caddesinde yer alan “Ryad Mogador Menara”nın arka salonunda, zebella gibi bir arap bize nane çayı ikram ediyor. Otelimiz çok güzel ve lüks. Fakat otel odamız tam bir keşmekeş. Bize ilk verilen oda dolu çıkıyor. İkinci verilen oda en üst katta olduğu için Ayla, “Ben buraya çıkamam.” Diye tutturunca ben kendini yine resepsiyonda buluyorum. Üçüncü odamız turdaki bir çiftle değiştirdiğimiz bir oda; birinci katta 117 numara. Bu otelin odalarında bir şey var herhalde, gece oda kapısını kilitlerken, yan odaya açılan kapının açık olduğunu fark ederek Eyüp beyi arıyor ve yardım istiyorum. Birisi gelip kilitliyor, yoksa uyku bize haram.
Akşam yemeğinden sonra, en fazla üç kişi alan “Petit Taxi” ile “Djemaa El Fna” meydanına gidiyoruz. ŞOK! Sanki Hollywood’da bir film stüdyosundayız, bir Spielberg eksik. Çok ucuz taze portakal sıkanlar çok. Meydanın üzerinde yemek tezgahlarından yükselen bir sis bulutu var. Bir tarafta yılan oynatıcıları, bir tarafta etrafını sadece erkeklerden ve de turistlerden oluşan bir kalabalığın sarmaladığı hokkabazlar, jonglörler, maymun bakıcıları… Fonda ise sürekli bir def ve düdük sesi. Manzara o kadar canlı ki, Ayla ile ben rehberimizin bizi bıraktığı yerden bir milim bile ilerleyemeden bulunduğumuz yere adeta çakılıyoruz. Tabi bizim etrafı incelediğimiz kadar etrafımızdakilerde bizi inceliyor. İnsan profilleri çok enteresan. İnsanlar genellikle, Ayla ile bir türlü paraya kıyıp alamadığımız, yerel giysi “cellaba” giymiş. Renkler müthiş, tam benim renklerim; bordo, kiremit, koyu gülkurusu, kahverengi, toprak rengi. İlk şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra, tezgahların arasına dalıyoruz. Yemek tezgahları akşamları kuruluyor, gündüz yok. Tezgahlarda neler yok ki?? Kelle, paça, ciğer, salyangoz, baharatlı bir takım etler. İnsanlar seyyar masalara kurulmuş, yemeklerini yiyorlar. Biz sadece fotoğraf ve video çekmekle yetiniyoruz.
Gürültü, yemeklerin kokusu ve kargaşa! Ama gene de çok güzel, mutlaka görülmesi gereken bir meydan. Fas’dan ayrıldıktan sonra, Ayla ile en çok üzüldüğümüzde; kenarları gümüş ve deve kemikleriyle süslü aynalar, bunların benzerlerini gezi sonrasında Beyoğlu’nda da görüyorum ama maksat yerinden almak. Neyse, tekrar “Djemaa El Fna” meydanına dönelim. Meydan café’lerle çevrilmiş vaziyette. Bunlardan en ünlüsü; en stratejik konuma sahip olan, “Le Grand Balcon du Café Glacier” ye yerleşiyoruz. Nane çaylarımızı içip etrafa alışmaya çalışıyoruz. Faslıların nane çaylarından başka, yarı süt yarı çay,” nos nos” denilen bir içecekleri daha var. Benim sütle aram pek iyi olmadığı için nane çayını tercih ediyorum.
Akşam herkes yorgun olduğunu söyleyip otele çekilince sevgili rehberimiz Eyüp Bey’le Fas gecelerine akıyoruz. Önce Marrakech’in meşhur eğlence mekanlarından, “Jad Mahal” e uğruyoruz. Acaip egzotik bir yer. Daha kapıdan girerken kendinizi tam olarak binbir gece masallarında gibi hissediyorsunuz. Kapıdaki bir dudağı yerde bir dudağı gökteki araptan izin aldıktan sonra içeri dalıyoruz. İçerisi gayet loş ve turistlerden oluşan masalarla dolu. İnsanın içini kaynatan bir arap müziği eşliğinde başının üzerinde bir tepsi mumla bir dansöz oynuyor. Etrafta yanan mumların ve tütsülerin sarhoş edici kokusu, uçuşan bordo tüllerin arasında kayboluyor. Harika bir ambians ama biz gene de başka mekanları da görme kaygısıyla buradan ayrılıp bir taksiyle, methini taa İstanbuldayken duyduğumuz “Comptoir de Paris”ye gidiyoruz (Av.Echouhada Hivernage, Marrakech Tél: (212)24 43 77 02/10). Mekan çok kalabalık. 2. katta ancak ayakta bir yer bulup, votkalarımızı içmeye başlıyoruz. Bir şişe votkanın dibini gördüğümüzde rehberimiz keşke şişe söyleseydik, daha ucuza gelirdi, ne bileyim ben sizin bu kadar içeceğinizi diyerek hayıflanıyor. Biz de Eyüp Bey’i kırmayıp 2. gece de aynı yere gelerek bir şişe Smirnoff daha götürüyoruz. Zavallı adamcağız bizim gece ve gündüz performansımızdan çok etkilenmiş olacak ki, turlar esnasında arabada ara sıra, çaktırmadan, kestiriyor. Mekanda her milletten insan var. Önce gene tepsili bir dansöz, sonra tepsisiz bir tane daha, sonra da pop müzik çalınıyor. Merdiven başları kırmızı tüllerle süslü, çok hoş. Tuvalet, hele tuvalet o kadar egzotik ki: her yer siyah kırmızı, çok şık ve etkileyici, mumlar tütsüler, kırmızı havlular…Oradan müziği ile ünlü, ama pek de kaliteli görünmeyen bir yerde müzik dinledikten sonra, otelimizin tam yanında bulunan discoya gidiyoruz. Müzik güzel. İki kız karşılıklı yüksekte, dans ediyorlar, bu bize ilginç geliyor. Gece 2-3 arası Otele dönüyoruz.

2 Nisan pazartesi hava serin. İlk önce “Menara Bahçeleri”ne gidiyoruz. Kocaman bir havuz. Rehberimiz tarihçesini, hangi kralın ne için yaptırdığını anlatırken, biz havuzdaki balıklardan kızartma olup olmayacağını tartışıyoruz. Karnımız mı acıkıyor ne? Oradan 800 yıllık “Koutoubia Camii”ne gidiyoruz. Koutoub = Kitaplar demek, zaten burada hep dükkanlar ve kitapçılar varmış. Temelleri açık bir şekilde görünüyor. bu cami 19.yy'da inşa edilmiş ve Marrakech'in sembolü olarak görülüyor. Fas'taki tüm camiler bizimkilerden farklı bu fark tamamen minarelerinin dikdörtgen olmasından kaynaklanıyor ve minarelerinin ucunda küçükten büyüğe üç top bulunuyor bunların anlamı küçükten büyüğe Hıristiyanlık,Yahudilik ve Müslümanlık... Marrakech'de eğer kayboldum sanırsanız yüzünü Koutoubia Cami'ye dönerek yolunuzu bulabilirsiniz...
Oradan kral Mohammed’in cariyeleri daha doğrusu Gözdesi Behiye için yaptırıp duvarlarına sıra sıra ismini yazdırdığı “Bahia sarayı”nı ve Sadi mezarlarına gidiyoruz. “Böyle aşklar da varmış” diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Yapılar muhteşem. Sadi hanedanının 16. yüzyila ait mezarları, Molay İsmail yaptırmış. Uzun yıllar sora tesadüfen bulunan mezarlar ziyarete açılmış.
Oradan doooğru “ Djemaa El Fna” Meydanına.
Şehrin trafiği berbat herkes kafasına göre takılıyor. Yanınızda aniden bir motosiklet veya kamyonet bitebiliyor. Sürekli korna sesleri duyuluyor. Meydana varınca Fransızca konuşmamında etkisiyle aniden boynumda bir yılan buluverdim. Ilık pullu e hareketsiz gibi …Ayla yılan oynatıcısı ve yılanla fotoğrafımı çekiyor. Adam türk olduğumuzu öğrenince ayrı bir ilgi gösteriyor. Az ileride ki maymun ise sanki sevgilim:) o bana, ben ona sarılıp yanak yanağa fotoğraf çektiriyoruz.

Çevreden sürekli değişik ve kabullenmekte zorluk çektiğimiz kokular geliyor. Görüntü ve sesler hep görmeyi istediğim ortaçağ panayırlarını andırıyor. Bütün bu karmaşa arasında kına yapan kadınlar peşimizden koşup dönüş de de olsa kına yaptıracağımıza dair söz almaya çalışıyorlar. Sonunda genç bir kızda karar kılarak önüne oturup elimize e ayak bileğimizin çevresine kına yaptırıyoruz. Çok çeşitli motifler var. Çok güzel de bir müddet sonra kına Aylaya alerji yapıyor ve eli kızarmaya başlıyor. Ama içki içiyorum diye alerji ilacını almıyor. Çarşıya doğru ilerlediğimizde Fas’ın meşhur argan bitkisinden yapılan, tereyağ kıvamındaki kremlerinden alıyoruz. Ama pek de kaiteli olmadıklarını sonradan anlıyoruz. Sonuçta arapların yapacağı krem de bu kadar olur yani. Ama aldığım amber sabunu çok güzel kokuyor… çok değişik bir sabun tavsiye ederim. Birer bardak taze sıkılmış portakal suyu içiyoruz..Çok ucuz..Oteldeki akşam yemeğimizden sonra Çekoslovakya’da gittiğimiz Çek gecesinden sonra turistik yerel gösterilere gitmeme kararı almamıza rağmen; “Chez Ali”diye bir gösteri merkezine gidiyoruz. Ama hava o kadar soğuk ki, offf offf. Her yerde ateşler yakılmasına rağmen, popomuz donuyor…Sünnet çocukları gibi giyinmiş Araplar masamıza gelip çalıp söylüyorlar. Klasik at üzerindeki gösteriler, defler , ziller, ama biz bir daha turistik bir gösteriye gitmemeye kesin karar alıyoruz.



3 Nisan 2007 Salı günü sabahı bir Berberi köyü olan “Ourika”ya gidiyoruz. Allah kahretsin zavallılar çok büyük bir ilkellik ve fakirlik içindeler. Allah kahretsin !!! Şoförümüz Abdülkadir bir Berberi.. Bana da Fatima Berberi adını takıp takılmaya başlıyor. Daha sonraki gün de Ayla’ya Fatima Sahara adını veriyor. Kader!!!
Öğleden sonra 5 yıldızlı otelimizin havuzuna giriyoruz. Havuzda bizden başka 2 fransız kız var onlara da gaz vererek havuza girmelerini sağlıyoruz. Onları da İstanbul’a davet ediyorum. Anlayana tabi, canları isterse.

O gün mevlid kandili, üstelik de, taxiler grevde olduğu için tabanvayla yola çıkıyoruz. Bu arada, marketlerdeki içki bölümüne ancak yabancı pasaportu olanlar girebiliyor. Biz şarap almak için girdiğimizde, yanımızda birkaç Fas’lı genç beliriyor. Bizden istedikleri onlara parasıyla içki almamız. Fakat başımıza bir şey gelir korkusuyla bu isteklerini reddediyoruz. Nemize lazım; bir de yaban ellerde hapis kalmak var! Allah korusun!
Hedefimiz Yves Saint Laurent’in, meşhur bahçesi “Le Jardin Majorelle”. Sora sora Bağdat bulunurmuş. Ama bu arada, yolumuzun üzerinde ki Opera binası da çok güzel. Bu binayı da geziyoruz. Yerlerdeki kobalt mavi seramikler bizi kendine hayran bırakıyor. Jardin Majorelle’e neyse ki kapanmadan yetişiyoruz. Jardin Majorelle, kocaman bir botanik bahçesi. Fransız ressam Jacques Majorelle’in 1932 yılında kurduğu bahçe. O vefat ettikten sonra 1980’de Yves Saint Laurent ve Pierre Berger’nin mülkiyetine geçmiş. Onlar da, bahçedeki bitki çeşidini 135’ten 300’e çıkarmışlar. 2008 yılında vefat eden Yves’in külleri bahçeye serpilmiş, bir de adına anıt dikilmiş. Jardin Majorelle şu an Marrakech’in en önemli turistik mekanlarından biri.Çok yoğun bir bitki örtüsü var. Çeşit çeşit çiçekler, havuzlar, köprüler, nilüferler ve anlatılana göre dünya üzerinde bulunan tüm kaktüs çeşitleri burada yer alıyor. Ayrıca Afrika’ya has çok nadir kuş çeşitleri de burayı yaşam alanı olarak seçmiş. Bahçenin içinde bir kafe ve girişi için ayrıca ücret alınan, İslami Eserler Müzesi -“ Musée d’Art islamique” var. Kobalt mavisinin, 15 tür kuş çeşidinin ve türlü türlü bambuların yer aldığı, Jardin Majorelle bambaşka bir mekan, bize; “İyi ki gelmişiz!” dedirtiyor. İçerisi müthiş dingin. Kuş seslerini duymak için dikkat kesiliyor insan. Yolunuz Marrakech’e düşerse mutlaka uğramalısınız. Majorelle Bahçeleri’ne giriş 30 Dh = 3€.
Gece gene Comptoir de Paris den , müzikleri güzel batakhane gibi bir yere, oradan da Ayla’nın artık yorgunluktan uyuduğu, otele çok yakın bir discoya gidiyoruz. Çok güzel bir akşam oluyor.

4 Nisan Çarşamba; bu arada Fas da her şehrin ayrı bir rengi var. Bizim ayrıldığımız Marrakech kızıl (kırmızı), Fes sarı, Casablanca beyaz. Yaklaşık 8 saat yol alarak öğle yemeğini “Beni Melal” kasabasında yiyoruz. Kötü bir makarna. Biz yükseldikçe hava değişerek soğuyor. Kar başlıyor. Atlas Dağlarındayız. Ifrane, Afrika kıtasının, en düşük ısıya sahip bölgesi. “İfran” bölgesinden, 800 yıllık sedir ağaçlarının bulunduğu yerden ”azurite” ve “ malahite” taşlarından alıyoruz. Azurit, malahit ile birlikte kullanıldığında, içe gömülen duyguların ortaya çıkmasına sebep oluyormuş ve kişinin hissettiklerini açıklamasına yardım ediyormuş. Ama bizim taşımız, mavili yeşilli bir kaya parçası. Ondan mı hissettiklerimizi içimize atıyoruz ne? Atlas dağlarından, bir de parfüm şişesi koleksiyonum için, üzeri metal işlemeli bir şişe alıyorum.

Fes’deyiz. Başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere birçok Müslüman ülkede kullanılan fes de, ismini başlıca üretim merkezi olan bu şehrinden alıyor. Yaygın olarak kullanılan kırmızı rengini veren, kızılcık. Otelimiz şehrin yarım saat dışında. Akşam mecburen uzaklık ve yorgunluktan dolayı otelde pinekliyoruz. Ama gene de hareket olsun diye aldığımız eşarpları araplar gibi başımıza dolayıp, arap kadınları gibi yüzümüze işaretler çizip, fotoğraf çektiriyoruz. Akşam yemeği, turda bulunan yaşlı kaptanımızın anlattığı fıkralarla şenleniyor. Sonra doğru yatak…

5 Nisan Perşembe; Fes’in eski şehir (medina)sında ki labirent gibi çarşısına yani souk’a giriyoruz. Müthiş !!! Ayla’nın sürekli öndekileri görüyor musun? Şeklindeki turdan kopup kaybolma korkusuna bağlı klişe cümlesini dinleyerek gezmeye başlıyoruz. Sokaklar o kadar dar ve gizemli ki, bir yerden bir kol uzanıp sizi içeri çekiverecek gibi bir his uyanıyor. Bu belki de gerek, fazla film seyretmemizden gerekse rehberimizin aman birbirinizi takip edin, yoksa kaybolursunuz uyarılarından kaynaklanıyor. Suokların o kadar mistik bir havası var ki; gerçekten heyecan duyuyoruz. Bu heyecana, bir de tezgahlarda pişirilen yemeklerin dumanları karışıyor. Her yer renk renk. Hele kokular, hele kokular, hep tanıyormuş gibi olduğum ya da bir anda yabancılaştığım gizemli kokular. Etler açıkta satıyor, yani kasaplar açıkta. Kanlı kanlı…Tavuklar, baharatlar, renk renk şekerler, kumaşlar, aynalar, tahtadan oyulmuş hediyelik eşyalar, çeşitli müzik enstrümanları, etraf tam bir cümbüş. Yoldan Selim’e ikili bir darbuka alıyorum.
İlk durağımız bir seramik atölyesi. Çizenler, boyayanlar, fırın, mavi ve beyaz renk her tarafta…İki adet mavi beyaz, bizim Kütahya porselene benzeyen kase alıyorum. Maksat hatıra olarak kalsın, yoksa bizim Kütahya çok daha kaliteli.
Souk’larda dolaşırken, insan nereye bakacağını şaşırıyor ve yürürken neleri kaçırmış olabileceğini düşünüyor. Kaktüs lifinden yapılan yatak örtülerinin dokunduğu atölyelere gidiyoruz. Çok beğeniyor fakat nedense bir türlü almaya karar veremiyoruz. Bize hiç de yakışmayan davranışlar.
Oradan daracık merdivenlerinden çıktığımız bir yemeniciye yani “babouche”çuya (çarık) giriyoruz. Kesif bir deri kokusu. Hala ortaçağdan miras teknikle üretim yapılan bir tabakhane manzarasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Civardaki evlerin teraslarından bakıldığında, Chouara Fes’deki dört geleneksel tabakhaneden en büyük olanı. Derinin işlenmesinden başlayarak tüm aşamalarını görebileceğiniz mekanda işçilerin arasında gezinebilmeniz zor. O yüzden, bölgedeki bir çok deri dükkanı panoramik balkonlarından, kırmızı ve kızıl renklerdeki boyama havuzlarının göze çarptığı, Chouara’yı seyretmenize ve fotoğraflamanıza izin veriyor. Fas’ın her bölgesinden satın alınan babuşlar, yastıklar, kemerler, lüks objeler imal ediliyor. Gerçi ben alışkınım ama turdakiler bu kokudan çok rahatsız oluyorlar. Fotoğrafladıktan sonra çıkıyoruz.
Kayıp olacağız endişesiyle, hiçbir dükkana bakamadan rehberin arkasından çok hızlı bir şekilde yürüyoruz. Belki de iyi oluyor, yoksa biz bu çarşıdan 3 günde çıkartamazlar. Ama görmek istediğim çoğu şeyi es geçmek, bende bir daha turla seyahate çıkma isteğini yok ediyor. Halbuki rehberimiz Eyüp bey süper.
Sokaklar o kadar dar ki; genelde oralarda yük taşımakta kullanılan eşekler geçerken “Balak! Balak! Attention!” diye bağırıyorlar ve kenara çekilip geçmelerini bekliyorsunuz. Yolumuza devam ediyoruz. Eski bir konak (riyad) satış mağazasına dönüştürülmüş. İkinci kata çıktığımızda halılar kilimler önümüze seriliyor. Çok güzeller. Ayla’ya büyükçe bir Berberi kilimi alıyoruz (1000TL). Kahverengi (ama dikkat çünkü, ileriki zamanlarda boyaları akıyor!).
Fes’in yeni bölümünde V. Muhammed Caddesinde dolaşıyoruz. Hep birlikte bir café’de çay içiyoruz. Sonra gruptan kopmalar oluyor herkes ayrı ayrı takılıyor. Rehberimiz bizimle. Her yerde erkekler dolu. Kadın az. Bir birahaneye giriyoruz. Tuvalet kilitli ve ikinci katta; ne hikmetse ben lavabodayken rehberimiz içeri dalıp iyi misiniz diye soruyor. Bu soruyu sonradan yorumlayarak, buraların pek de tekin yerler olmadığına karar veriyoruz. Para birimi dirhem. Biralarımızı ödedikten sonra otelimize dönüyoruz. Yolda iri siyah gözlü arap kızlarının, rehberimizi dikkatlice süzmeleri ilgimizi çekiyor.

6 Nisan Cuma; Fes’den ayrılıp, Meknes’e geçiyoruz. Fas’ın kuzeyinde bulunan Meknes, başkent Rabat’a 130 kilometre ve Fes’e 60 kilometre mesafede bulunmakta. Moulay Ismail saltanatı döneminde (1672-1727) Fas’ın başkenti olmuştur. Meknes, UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası” listesi kapsamına alınmış bir şehir. Meşhur “Bab el Mansour” kapısını görüyoruz. Bab Mansour Kapısı adını, Hıristiyanlıktan İslamiyete geçmiş olan mimarı El-Mansour’dan almıştır. Muvahhidler’e özgü desenlerle bezeli olan kapı son derece kaliteli Zellij mozaikleriyle dikkat çekmektedir. Mermer kolonlar, Meknes yakınlarında bulunan antik Roma şehri Volubilis’ten alınmıştır. Söylentiye göre, inşaatın tamamlanmasından sonra ziyarete gelen Moulay Ismail, El-Mansour’a “daha iyisinin yapabilir miydin” diye sorar. El-Mansour, Sultan’a hayır cevabı vermek istemez ancak evet demesi, yapabilecekken yapmamış olduğu için Moulay Ismail’i çok sinirlendirir ve mimarın ölümüne sebep olur. Tarihi kayıtlara göre ise kapı, Moulay Ismail'in ölümünden 5 yıl sonra yani 1732’de tamamlanmıştır. Nefis bir sanat eseri, kesinlikle görülmeli.
Yolumuz Fas’ın kuzeyinde yer alan, ve günümüze kadar en iyi şekilde korunmuş Roma antik kenti “Volubilis”e varıyor. Meknes, Fes ve Rabat’a yakın, muhteşem mozaiklere sahip bir bölge. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne giren Volubilis’ten çıkarılan antik sanat eserlerinin bir çoğu Rabat Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte. Duvarlar, surlar çok hoş, kızılımsı bir kahve, hayran kalıyorum. Aslında Fes ve Meknes’in rengi sarı.
Rabat’a doğru yol alırken, mantar ağaçlarını görüp duruyoruz. Yakından incelememiz lazım. Doğal mantarın ağaçların kabuklarından oluştuğunu görüp, birer parça örnek alıyoruz. Tabi biraz da toprak alıyorum. Yolda ayrıca Fransa’da çok değerli olan truffe mantarından görüyoruz. Eh artık durmak yok. Hedefimiz; Essaouira…
Essaouira mavi, beyaz… Binalar beyaz, kapılar mavi. Benim gibi bir kapı hastası için fotoğrafını çekecek çok şey var. Orson Welles’in Othello isimli filmi burada çekilmiş. Güneş ışınlarının dik gelmesi nedeniyle, Fas, birçok filme platoluk yapmış. (Özellikle, Truva filminin Fas da çekilmiş olması ilginç.) Hava güzel. Kasabanın içinde şöyle bir dolaştıktan sonra, Atlas okyanusu kıyısında, deniz ürünleri ve balık yiyoruz. Tüm grup birlikteyiz. Güzel bir yemek oluyor. Sahile inip, ayaklarımızı ilk defa bir okyanusa sokuyoruz. Ne güzel! Keşke herkes yapabilse…
Rabat başşehir. Kraliyet sarayını dışarıdan ziyaret ediyoruz. Yine çok görkemli. Kapıdaki muhafızlarla fotoğraf çektirip, arabamıza geri dönüyoruz.
Casablanca’ya vardığımızda, otelimizde banyo yaptıktan sonra, herkes çarşılara dağılırken, ben ve Ayla, rehberimizin önderliğinde, daha önceden niyet ettiğimiz gibi, II.Hassan Camii’ne gidiyoruz. Bu sefer içeriden ziyaret edip, Allah kabul etsin namaz kılıyoruz. Müslüman olmayanlar camiye alınmıyor. Bu yüzden de kapıda “kelime-i şahadet” getirmeniz isteniyor. Caminin içi de en az dışı kadar güzel ve etkileyici.


Eh artık akşam ve biraz gece hayatına katılabiliriz. Corniche’de “Le Balcon 33” e gidiyoruz. Yerliden çok yabancı mevcut. Müzik güzel, bir masa bulup, içkilerimizi söylüyoruz. Fakat ilginç olan, biz içkilerimizi elimize alıp da dans etmeye başlayınca, uyarı alıyoruz. Elinde içki ile dans etmek yassahmışşş. İçebilirsin, ama oturarak. Eh kurallara uymak gerek. Sabaha kadar bu kulüpte eğlendikten sonra, otele dönüp, kahvaltımızı edip doğğğru havaalanına gidiyoruz.
Eh çok güzel bir gezinin daha sonu. Fas’ın renkleri aklımda, kokuları burnumda, sesleri kulağımda… Tekrar geleceğim…


























































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler