28 Mart 2012 Çarşamba

DANİMARKA-NORVEÇ -İSVEÇ


1-8 Temmuz 2006
BEN VE AYLA BUZ BARDAYIZ - STOCKHOLM
Temmuz'da, Esma ile nereye gidelim diye  düşünürken, havaların sıcak olması dolayısıyla kuzey ülkelerine gidelim de, sıcaktan muzdarip olmayalım dedik ve Hey travel ile fiyortlara gitmeye karar verdik. Ama işin güç tarafı Ayla'yı bu geziye ikna etmek oldu vee yollara koyulduk. 
Gerçi şanssız bedeviyi çölde kutup ayısı .... misali, biz oraya gittiğimizde son yüzyılın en sıcak günleriyle karşılaşarak en az kuzeyliler kadar biz de şaşırdık:) Eh tabi geri dönecek değiliz ya! Sıcak mıcak! Gezimize kuzeyde güneş kremleri sürerek devam ettik:)

1 Temmuz 2006
Danimarka'nın başkenti Kopenhag'dayız. Kopenhag "ticaret limanı" veya "tüccar limanı" anlamını taşıyor. Çok hoş bir İskandinav şehri olan Kopenhag kanallarla bir kaç parçaya bölünmüş vaziyette. Öncelikle kanallar üzerinde yer alan, gayet modern, yeni ve güzel otelimiz "Copenhagen Island Hotel"e yerleşiyoruz. 
Adres: Kalvebod Brygge 53  DK-1560 Copenhagen V • Denmark ....Tel. + 45 3338 9600
Ayla ve Esma otel odamızın balkonunda - Kopenhag
Kesinlikle tavsiye ederim. Odamızın arka verandası gayet geniş ve kanala bakıyor. Hatta odada televizyon gibi bir şey var. Ne olduğunu çözemeyince, izleme aygıtı mıdır acaba diye aramızda espri konusu yapıyoruz. Hatta içki teklif eden gayet nazik komşularımız da var, ama biz zaten grupla gezeceğimiz için vaktimiz yok. Nazikçe reddediyoruz. Kendimizi o şirin, masal diyarı sokaklara bırakıyoruz. Sokaklar; gösteri yapanlar, pantomimciler, müzisyenlerle dolu. Bizim ilgimizi en çok kızıl derili guplar çekiyor ve durup onları dinliyoruz. Çoook derinden gelen flüt sesi bizi nerelere götürüyor bilemiyoruz ama, bizim gideceğimiz yer; yani hedefimiz ünlü "Tivoli Bahçeleri"  Adres: Vesterbrogade 3  1630 København, Danimarka
1843 yılında kapılarını açan Tivoli Bahçeleri yerli halkın ve turistlerin nefes almaları için yapılmış bir yaşam alanı. 
Ben ve Ayla balkonda...
Her yıl nisan ayından eylül sonuna kadar açık olan Tivoli bahçelerinde yılbaşı kutlamaları da muhteşem oluyormuş. Parkın içinde yapay göller, kafeler, restoranlar,çeşitli gösterilerin yapıldığı minik minik mekanlar, konser salonu ve  bir de lunapark bulunmakta. Her yere yayılan güzel çiçeklerini de unutmamak gerek. Lunapark'da jet hızıyla aşağı inip çıkan vagonlardan oluşan bir eğlence aracı var. Esma ile buna binmek istiyoruz ama hem Ayla'nın isteksizliği, hem de bayağı bir kuyruk olması bizi caydırıyor. Bu arada Esma gözlüğünü kaybettiğini fark ediyor ama bu kalabalıkta ancak üzerine bir bardak su içebiliriz. Bu arada önümüzden devasa kuklalar gösteri yaparak geçiyorlar. Eğer isterseniz oturup dinlemek için de bir sürü konser mevcut. Bu arada açlıktan artık bir şeye bakacak halimiz yok. Doğruca kendimize uygun gördüğümüz bir restorana dalıyoruz. Ama bir dakika... Öyle içeri el kol sallayarak giremezsiniz. Kapıda bizi karşılayıp, yer boşalacak bekleyin lütfen uyarısında bulunuyorlar. Menüye baktığımızda burada çok da fazla bir şey yiyemeyeceğimizi anlıyoruz. Birer esmer bira ile meze türünde minik somon parçalarını midemize indirerek, doymuş gibi yaparak kalkıyoruz. Valla herşey çok pahalı!
Dışarı çıktığımızda bizi de yerimizde dans etmeye zorlayan çok hareketli bir müzik sesi duyuyoruz. Müzik, Tivoli çıkışında, kapının hemen yanındaki bir bardan geliyor. O saatte barmen ve garsonların müzik yapma sırası ve saatiymiş. Helal olsun süperler:) Biz de girip hem dans edip hem de izliyoruz.





Bu barda da azıcık kurtlarımızı döktükten sonra, otelimize dönüp ertesi güne zinde uyanmak için yatıyoruz. Çok güzel bir gündü:)

2 Temmuz 2006
Sabah kahvaltısından sonra ilk işimiz Danimarka'nın sembolü olan o meşhur denizkızı heykelini "The Little Mermaid"i görmek oluyor. Denizkızı 1913den beri limanda ziyaretçilerini gözlemekte. Heykelin büyüklüğü    ünüyle ters orantılı: çok şirin:) Hemen biz de sıramızı bekleyerek, yanına gidip fotoğraf çektiriyoruz. Küçük denizkızı; 1805 Danimarka doğumlu, masal yazarı Hans Christian Andersen'in masallarından birinin adı. En ünlü masalları arasında; "Kibritçi Kız","Güzel Prenses ve Bezelye" yer alıyor. "Küçük Denizkızı " masalına gelince: zamanın birinde okyanusların dibinde bir kral ve altı kızı yaşarmış. Anneleri genç yaşta öldüğü için kızlara büyük anneleri bakıyormuş.  Bu kızlardan en küçüğü hepsinden güzelmiş. Büyük anneleri arada sırada masallar anlatır yeryüzünden ve orada yaşayan, bacakları olan  insanlardan bahsedermiş. Kızlara yeryüzünü göstereceğine dair söz vermiş. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde yeryüzünü görüp geri gelmişler. Kızların beşi geri dönmeyi ve eski yaşantılarına dönmeyi kabullenirken, en küçük kız, dünyalı bir prense aşık olmuş. Tek amacı, bir an önce onun yanına gitmekmiş. Sonuçta kız deniz büyücüsüne gidip çözüm aramış. Deniz büyücüsü: “Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm. Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir deniz köpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun” demiş. Denizkızı, prensi için bu şartı kabul etmiş ve hemen prensin yanına varmış. Prens kızın konuşamıyor olduğunu fark edince kardeşi gibi davranmaya başlamış. Kısa bir süre sonra da; kralla, kraliçenin baskılarına dayanamayarak, bir prensesle evlenmeye karar vermiş. Deniz kızı buna çok çok üzülmüş. O gece, birden suların dibinden deniz kızının kardeşleri çıkagelmişler. Deniz kızı, kardeşlerinin saçlarının kısa kesilmiş olduğunu fark etmiş. Kızlar: “Saçlarımızı su büyücüsüne verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer  gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak, saplayamazsan sen hayatını kaybedip, köpüğe dönüşeceksin” demişler. Hançeri alan küçük deniz kızı prens uyurken, kalbine saplamak istemiş, fakat bunu yapamayacağını anlayınca, oradan ayrılmış. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. Küçük denizkızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensine bakmış ve gülümsemiş. Biz de bu hikayeyi dinledikten sonra heykele bakarak gülümsüyoruz. Ne hoş. Keşke çocukluğumuzda ki gibi şimdi de böyle masallar dinleyebilsek:)


KÜÇÜK DENİZKIZI - KOPENHAG
Oradan ayrılarak, Amalienborg Sarayı'nın önünde buluyoruz kendimizi. Saray, süslü işlemeleri ile öne çıkıyor, rokoko tarzı inşa edilmiş ve Danimarka krallığının kalbi. Özellikle askerlerin nöbet değişim törenleri sırasında, meraklı bir kalabalık hiç eksik olmuyor. Biz de bu törenlerden birini izlemeyi başarıyoruz. Bizi Dolmabahçe Sarayı'nın nöbet değişiminden daha fazla heyecanlandırmıyor.
Neyse artık Kopenhag'da kanal turu yapacağımız, üstü açık gezi teknelerine bineceğimiz yere varıyoruz. Burası şehrin en canlı merkezlerinden biri. Çevredeki restoran ve kafeler bunu gösteriyor. Üç dilde sunum yapan yerel rehberin ne dediği her zamanki gibi anlaşılmıyor. Kanalın iki yakasında birbirine yaslanmış her biri ayrı model 17. yüzyıldan kalma evler, bize masallarını yazarken, Andersen'in nereden ilham aldığını gösteriyor. Turumuz esnasında; Andersen'in evinin önünden de geçiyoruz.



Bir sürü yazlık ev var. Bunların bir kısmı restore edilmiş antrepolar. Çok sakin ve dinlendirici bir görüntüye sahipler. Bu arada şehrin en modern binalarından biri olan Kara Elmas "The Black Diamond" diye bilinen kütüphanenin önünden de geçiyoruz. Kocaman yana yatmış bir yapı.





Bu arada "David" heykelinin çakmalarından birinin önünden geçiyoruz. Mikelanj'ın bu ünlü heykelinin çakmasını bile görmek bizi heyecanlandırıyor. Müthiş bir duygu!


Altından geçtiğimiz köprülerin haddi hesabı yok. Süslemeleri dikkatlerimizden kaçmıyor.
Turumuzu bitirdikten sonra doğru otele oradan da limana gitmemiz lazım, çünkü bizi Norveç, Oslo'ya götürecek gemiye bineceğiz.

Kamaramız; DFDS Seaways gemisinin altıncı katında, penceresi yok. O yüzden eşyalarımızı odaya atar atmaz, kendimizi de güverteye atıyoruz. Bakıyoruz ki herkesin elinde biralar... Aaa bizim neyimiz eksik deyip, hemen bizde buz gibi biralarımızı alıp, yüzümüzü yalayan kuzey rüzgarının esintisinde, kendimizi yakıcı güneşin kollarına bırakıyoruz.
Gemi çok büyük, içinde freeshop bile var. Ben, daha sonra içmek için, ilk defa gördüğüm kola kutusu gibi kutuda şarap alıyorum. Enginde yavaş yavaş günün minesi solarak, akşam iniyor. Hava çok güzel. Akşam yemeğimizi yemek için kendimize uygun bir masa buluyoruz. Bu arada rehberimiz Hakan Bey'i de bizimle yemeğe çağırıyoruz. Geminin penceresinden manzara muhteşem! Bir Şili şarabı eşliğinde, Kuzey Denizi'nde yağ gibi kayan gemimizin hoş sallantılarına, kahkahalarımızı da katarak, yavaş yavaş Oslo'ya doğru ilerliyoruz. Esma ve Ayla'yla birlikte geçirdiğimiz güzel akşamlardan biri daha:)


HAKAN-AYLA-BEN-ESMA OSLO'YA DOĞRU...
3 Temmuz 2006                                                                                                    

Sabah erkenden Norveç, Oslo kıyısına yanaşmışız bile. Norveç, Viking dönemi sona erdikten sonra, 1397’de Danimarka’nın egemenliğine girmiş ve bu 400 yıl devam etmiş. 1814’de İsveç’e geçmiş; ancak 1905 yılında bağımsızlıklarına kavuşmuşlar. Çok parlak ve güzel bir güne merhaba diyoruz. O kadar güzel bir manzarayla karşı karşıyayız ki, bir müddet hiç konuşmadan sahili seyrediyoruz. Neler mi var? Bir sürü her boydan yelkenli, eh çok normal çünkü Vikingler'in memleketine giriyoruz. Ağaç buralarda çok bol olduğundan, ağaçtan yapılmış dik damlı yeşil yeşil evler. Etraf göz alabildiğine yeşil. Durgun bir deniz. İşte yeşille mavinin seviştiği bir an! Sahile çıktıktan sonraki ilk hedefimiz "The Viking Ship Museum" Viking Gemi Müzesi : Huk Aveny 35, N-0287 Oslo - Norveç. Vikingler, İskandinavya'lı korsan ve tüccar, aynı zamanda da Danimarka, İsveç, Norveç arasında paylaşılamayan bir kavim.  Yılın büyük kısmını denizlerde geçirmiş olan savaşçı bir halk. 8 - 11. yüzyıllar arasında kuzeybatı Avrupa'da birçok yeri fethetmişler.  Bagdoy Yarımadası'nda bulunan müzede Oslo'daki fiyortlardan çıkarılan, meşeden yapılmış, 1100 yıllık üç büyük orijinal viking gemisi bulunuyor. Eski dönemlere ait, araç gereç, kıyafet, kalıntıların da sergilendiği müzenin giriş kısmında bir alışveriş mekânı var. Burada Viking dönemini anlatan kitaplar, takılar, kartpostallar, tişörtler bulabilirsiniz. Müze saat 16.00'ya kadar gezilebiliyor.




Holmenkollen Tepesi


Daha sonra 1952 Kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış "Holmenkollen Tepesi"ndeyiz. Güneş o kadar yakıcı ki, mecburen güneşten korunmak için bir şeyler sürmek zorunda kalıyoruz.
Ayrıca hava dikkat çekecek derecede temiz. Gezimize devam ederek, Norveç'in en önemli parklarından birine geliyoruz: "Vigeland Parkı". 1869 doğumlu, Norveçli heykeltraş, Gustav Vigeland, önce ortadaki havuzu yapmak için görevlendirilmişken, gel zaman git zaman, köprünün üzerindekiler de dahil olmak üzere 600 ü aşkın heykelin süslediği şaşırtıcı bir park oluşturuyor. Gerçekten yolu Oslo’ya düşenlerin mutlaka ve mutlaka görmesi gereken çok ilginç bir yer. Nobels Gate 32, 02 68 Oslo - Norveç.
Heykellerin hepsi çıplak. Havuz, hayatın ağırlığını omuzlarında taşıyan insanoğlunu simgeleyen insanlardan oluşuyor, çevresinde de insanoğlunun hayatının evrelerini gösteren, her birinin en üstünde ağaç heykelleri bulunan, daha küçük heykeller süslüyor. Köprü üstündeki her biri gerçek boyutlarda olan insan heykelleri de aynı şekilde insanların karşı cinsle ve çocuklarla olan ilişkilerini anlatmakta. Vaktimiz olmadığı için tüm parkı gezemiyoruz. Bana göre parkın en dikkat çekici parçası 14 metre uzunluğundaki “monolith” adındaki tek parça taşa kazınmış 121 figürden oluşan heykel. Yine hayat ve insanı,  yaşam döngüsünü anlatıyor. Bu heykeli seyrederken; bu kadar büyük bir heykelin nasıl zor yapılmış olabileceğini düşünüyorum. Bu heykel ben de hayranlık uyandırırken, çok girift olmasından dolayı, biraz da sıkıntı uyandırıyor. Tekrar görmeyi isteyeceğim müthiş etkileyici yerlerden biri.

VİGELAND PARKI - MONOLİTH - OSLO - NORVEÇ


Bu arada yerel rehberimizden öğrendiğimiz üzere, Norveç'de parlamentonun %51 i kadınlardan oluşuyormuş. Tevekkeli değil Norveç; AB'nin kendisine katılması için yalvardığı, dünyanın en pahalı ve refah düzeyinin en yüksek olduğu bir ülke. Zaten kadınların el attığı neresi kötü kalır ki?:) Parkta yerleri kazıyan bir sürü kadın ve öğrenci görüyoruz. Ayrıca büyük binaların cam silicileri, tır ve otobüs şoförleri hep kadın. Ne diyelim Allah daha da iyi etsin, darısı başımıza:)

Şimdi biraz da sanatla ilgilenelim diyerek; 1863- 1944 yılları arasında yaşamış,  "Çığlık" "Scream" tablosuyla tanınan, Norveçli, ekspresyonist  ressam, "Edvard Munch"un müzesine gidiyoruz. Biraz Ayla'nın metro korkusundan, biraz da vaktimizin kısıtlı olmasından dolayı müzeye taksiyle gidiyoruz. Toyengata 53 0578 Oslo, Norveç. 
Munch, ruhsal ve duygusal konuları işlediği resimleriyle tanınan bir ressam. Alman dışavurumculuk akımının gelişmesine önemli katkıları olan Munch'un, başlangıçta resimlerine egemen olan içe dönük ve karamsar havanın yerini, yaşamının son yıllarına doğru yaşama sevinci alıyor.



Çığlık (1893; ilk adı ile Umutsuzluk), tablosunda Munch hayat, aşk, korku, ölüm ve melankoli gibi öğeleri işlemiş. Hastalık ve ölümlerle kuşatılmış bir yetişme dönemi geçirmiş olan duyarlı bir iç yapının, adeta patlama halindeki bir dışavurumudur çığlık. Resim yüzeyini diyagonal olarak bölen köprünün ardında deniz ve kızıl gökyüzü dalgalanarak bütünleşmiş, mekan boğucu bir atmosferin tüm etkilerini yansıtacak şekilde düzenlenmiş. Köprünün üzerinde, yoğun bir şekilde deforme edilmiş ve başını iki elinin arasına almış durumdaki figürün çığlığı bu dalgalanan, dönen atmosferde yankılanmakta ve baş döndürücü bir etki yaratmakta. Aslında bu atılmamış bir çığlıktır. Bireyin içinde saklı kalmış, bastırılmış, çeşitli sebeplerle dışa vurulmamış bir çığlık. Aynı zamanda bireyin, kendisini kuşatan boşluğun kuvvetli baskısına, diğer bir deyişle ‘varolmanın dayanılmaz ağırlığı’na gösterdiği bir tepkidir.

Munch Museum - Oslo- NORVEÇ

Munch, diğer pek çok eserinde olduğu gibi bunun da birçok versiyonunu yapmış. 1994 ve 2004 Yıllarında iki versiyonu da çalınarak, her ikisi de tekrar bulunmuş. Çok ferah ve güzel bir müze. Mutlaka görülecekler arasında.

Sahildeki; Nobel Barış Ödüllerinin verildiği Belediye Sarayı ve Parlemento Binası'nı geziyoruz.














13.yüzyılda yapılmış olan, "Akershus Kalesi"’ni gezdikten sonra Oslo’nun limanında oturup fish&chips eşliğinde biralarımızı içiyoruz. Servis yapan garson kızların güzelliği dikkate değer. Irk, ırk işte...

4 Temmuz 2006
500 km uzağında olduğumuz Bergen'e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca her yer tamamen yemyeşil. Hatta bazı evlerin damları bile. Otobüsten fotoğraf çekmek güç, bir tane çim dam yakalayabilmek için Ayla'yla bayağı uğraşıyoruz.



Ayla'yla Esma'nın aşkı taşmış:)
Öğlen yemeği için "Geilo" da mola verip, yerel yemeklerin bulunduğu turistik bir restorana gidiyoruz.
Sonra yola devam. Evet Bergen'e varıp, "Hotel Grand Terminus"a yerleşiyoruz. Zander Kaaes gate 6, 5015 Bergen. Otelimiz biraz geride ama gayet rahat.






       


Pencereden gerideki dağlar ve şehir görünüyor. Hemen şehri dolaşmaya başlıyoruz. Bu mevsimde burada "beyaz geceler" hakim, yani hava bir türlü kararmıyor. Gezi yapanlar için gayet güzel, biraz yemek saatlerini karıştırıyorsunuz ama gezmek için bol bol zamanınız oluyor.
Beni beğeniden sarhoş eden bu Norveç'in ikinci büyük şehri Bergen, tam bir ortaçağ kasabası. UNESCO dünya mirası listesine alınan "Hansa Evleri" ilk uğrak yerimiz oluyor. Bryggen bölgesinde, Alman tüccarların şehrin ekonomisine hakim oldukları dönemde yaptırdıkları bu binalar 18. yüzyıla kadar özellikle balık ticaretinin merkezi olmuş. Bugün ise ekonomiye damgasını vuran, Kuzey denizinden çıkarılan petrol. Ama beni ilgilendiren evlerin o çok tatlı görüntüleri. Sanki çok eski dost olan yaşlılar gibi düşmemek, yıkılmamak için birbirlerine yaslanıyorlar.





Norveçlilerin meşhur Trolleri var, bu yaratıklar; masallara göre yüksek dağlarda, derin vadilerde ve ormanlarda yaşıyorlar. Öyküleri yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa aktarılmış, bugünse hediyelik eşyaları her köşe başında. Trol masallarında, Türk filmleri gibi her şey iyi sonla bitiyor, kötüler cezasını buluyor, iyiler de ödülünü alıyor. Herhalde bu tür masalları o uzun, karanlık  gecelerde anlatmak için uydurmuşlar




Ayla ile ben kendimizi kaybetmiş şekilde evleri gezerken, Esma bize süper bir restoran buluyor. Ve böylelikle, hayatımızın en güzel belçika usulü midyesini yiyoruz. O kadar lezzetli ki yemek yerken neredeyse kendimizi kaybediyoruz.




Yemeğimizi bitirdikten sonra, malesefdir ki bitiyor:(  Birkaç mağazaya bakıp birkaç magnet aldıktan sonra tekrar Ortaçağ evlerinin arka taraflarını gezmeye koyuluyoruz.























Ne yapalım?? Ne yapalım?? Haydi bir bara takılıp, biraz bir şeyler içelim diyoruz. Sahilde ilk gördüğümüz bara giriyoruz. Her zaman olduğu gibi ben ve Ayla otururken, Esma bardan içki almaya gidiyor. Ben yeni keşfettiğim gazoz gibi votkalardan içeceğim. Fakat bir tuhaflık var, çevremizde hiç erkek yok, ama gayet samimi kadınlar var. Meğerse lezbiyen bara girmişiz:) Esma bara gittiğinde bir bayan yanaşarak neredensin falan diye sormaya başlamış, ama Esma'nın aklına ilk gelen cüzdanı, başka bir şey gelmiyor. Yahu burası Norveç!! Bunlar artık para pulda değil başka işlere bakıyorlar:) Tabi bunu bizim anlamamız biraz zaman alıyor:) O itiş kakışda iri yarı bayanlardan biri çantamın üzerine düşüyor. Neyse içkilerimizi bitirerek, yüzümüzde müstehzi bir gülümsemeyle  lezbiyen bardan dışarı atıyoruz kendimizi. Nemize lazım:) Yürürken birden sağ tarafımda bir ıslaklık hissederek, bacağıma doğru bakıyorum, üzerimde de beyaz bir pantalon var. O da ne? Kan içinde aman tanrım!!! Vuruldum da haberim mi yok??? Birde çantama bakıyorum ki..O da kıpkırmızı...Meğerse demin çantamın üzerine düşen bayan şarap kutusunu patlatmış...Epey bir gülüyoruz. Neyse odaya gittiğimizde  çamaşır yıkamak farz oluyor artık...
Bergen sokaklarında çok şirin kurşun heykeller var :)
Bu arada Bergen sokaklarında çok hoş şeylere rastlayabiliyorsunuz. Mesela kurşundan yapılmış heykellere. Uzaktan karanlıkta onlaradan bir tanesini sarhoş adam sızmış bir kenara diye değerlendiriyoruz. Yanına vardığımızda bir de bakıyoruz ki heykel sadece.
Bir meydanda da kocaman bir vazo, geceleri ışıklı ama aynı zamanda çok hoş sesler çıkıyor. Yanından geçerken insanı şaşırtıyor.

5 Temmuz 2006
Sabah erkenden Flamm'a gitmek için yola çıkıyoruz. Kara trenle alacağız bu yolu sonrada sırada tekne turu olacak. Amacımız Norveç fiyortlarını görmek. O yüzden de çok heyecanlıyız. 
Fiyort, karaların çok içerlerine kadar giren, iki tarafı pek dik ve yüksek olan dar ve derin körfezlere verilen ad. Fiyort, Norveç dilinde körfez anlamına gelmekte. Bunların oluşumu üzerine çeşitli açıklamalar yapılmışsa da, oluşlarının başlıca sebebi, buzulların karaları oyması sonucu U şeklinde vadilerin meydana gelmesi, buzulların çekilmesi ve kıyıların yavaş yavaş çökmesi ile buralara deniz sularının dolmasına bağlı. Özellikle Norveç, İskoçya ve Kuzey Amerika kıyılarında çok rastlanıyor. 
Flamm'a varmadan önce Myrdal'da aktarma yapacağız. "Flaamsbana" dağ trenine bineceğiz. (www.flaamsbana.com ). Flamm-Myrdal arası 20 km ve  865m rakıma çıkıyoruz. Ama esas korkumuz, Ayla'nın metro ve tünel fobisi. Onu da şu şekilde hallediyoruz: benim mp3 çaları aylanın kulaklarına dayıyoruz. Suyu bittikçe de Esma su yetiştiriyor. Arada bir: "geldik mi? ne kadar var?" sorularına da "az kaldı" gibi rahatlatıcı cevaplar vererek bu işi de hallediyoruz.
Trenimiz durarak, bir şelale başında fotoğraf molası veriyor. Köprünün tam üzerindeyiz. Herkes trenden iniyor. Su sesi arasında yanlış mı duyuyorum diye dikkat kesiliyorum. Bir klasik müzik parçası ve bu parça eşliğinde genç bir kız dans ediyor. Tam manasıyla muhteşem bir görüntü daha doğrusu gösteri. Burası "Kjosfossen"


KJOSFOSSEN - BERGEN - NORVEÇ

Flamm'a vardığımızda burada feribotumuzu beklerken, tünel yapımında çalışanların anısına kurulmuş ve onların fotoğraflarından, kullandıkları aletlerden, özel eşyalarından oluşan küçük bir müze var, orayı geziyoruz. Feribotumuz geldiğinde, hemen düzgün bir yer bulmaya çalışıyoruz ama ne mümkün? Çok dolu olduğu için, devamlı oradan oraya dolaşıp, o dantel gibi işlenmiş fiyortları daha iyi görmeye çalışmakla geçiyor vaktimiz:). Anlatmakla anlaşılabilecek yerler değil. Mutlaka görmeniz lazım. Gökyüzü masmavi, iki tarafınızda yükselen dağlardan ip gibi şelaleler akıyor. Çevre o kadar yeşil ki, yansımadan dolayı su da yeşil gözüküyor. Anlayacağınız, parlayan güneşin altında, bizi takip eden martıların kanat çırpışları arasında nefis bir gezi yapıyoruz. Arasıra kıyıda ki küçük kasabaları gördüğümde aklıma Vikinglerin "haaaaydi yallah hop, hop, hop" repliği gelmiyor değil. Kimbilir kaç yüzyıl evvel neler olmuş, kimler gelip geçmiştir buralardan?






Feribotumuz "Gudvangen"e gün batarken ulaşıyor, oradan da Otobüsle "Voss"a varıyoruz. Bergen'e vardığımızdaysa, bir gün evvel yemek yediğimiz ve midyesini çok beğendiğimiz restorana tekrar midye yemeğe gidiyoruz. 

Yemekten sonra girdiğimiz barda ise kısmetimiz bayağı açık:) Masaya gelip Vikingler arkadaşlık teklif ediyorlar, ama bizde olduğu gibi ısrarcı değiller. Kibar bir dille belirttiğimiz, "hayırın", "hayır" demek olduğunu anlayıp, teşekkür edip gidiyorlar. Biz de biralarımızı bitirip otelimize dönüyoruz.
BERGEN - NORVEÇ
6 Temmuz 2006
Sabah İsveç'in başkenti Stockholm'e gitmek üzere uçağa biniyoruz. Kent, anakara dışında 14 adaya, bu adaları birbirine bağlayan 57 köprüye ve Mälaren Gölü'nün denizle birleştiği kanala sahip. Stockholm takımadaları tarihî olarak ayrıca önemli. Kentin adalara ve kanallara yayılmış olması, ona Kuzeyin Venediği sıfatını kazandırmış. Önce otelimize yerleşiyoruz. Hava oldukça sıcak, otelde neden klima olmadığını soruyoruz ama ilk defa böyle bir sıcak gördüklerini, normalde kışın bu gördüğümüz kanalların bile donduğunu söylüyorlar. Onlar da şaşırmış vaziyetteler. Neyse otelden çıkarak, eki şehir yani "Gamla Stan" a doğru yürüyoruz. İlk ziyaret ettiğimiz mekan; Nobel ödüllerinin verilerek, törenin yapıldığı ve Konser Evi olarak bilinen, belediyeye ait bir bina. 






Nobel Ödülü, 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödül. İlk Nobel Ödülleri 1901 tarihinde verilmeye başlanmış. Bina yeni fakat, mimarisi eski tarzda. Üst kata çıktığımızda; duvarlarının altının bol miktarda kullanıldığı mozaiklerle kaplı olduğu, kocaman bir salonla karşılaşıyoruz. Etkileyici bir salon. Mavi salon ve altın salon ancak saat başı rehber eşliğinde olan 45 dakikalık turlarla gezilebiliyor (60 SEK).
Tekneyle gezmek her şehirde olmasa da, Stockholm'u tanımak için, iyi bir yöntem, diye tekne gezisine çıkıyoruz.  Royal kanal tur (Stockholm Sightseeing) yarım saatte bir, yaklaşık 55 dakika sürüyor ve 150 SEK. Alçak uzun teknelere binip kanala açılıyoruz. Şehrin en büyük parkı  "Djurgarden"ın yanından geçiyoruz. Koşan, bisiklete binen, köpek dolaştıran, kitap okuyan, boş boş etrafa bakan, güneşlenen bir sürü insan var. Bir sürü dediysem, İstanbul'la falan kıyaslamayın sakın. Nüfus gerçekten rahat rahat dolaşmayı sağlayacak kadar az, ya da seyrek diyeyim.



Bu İskandinav ülkelerinde en kıskandığım da ne oldu biliyor musunuz? Kadınların "özgür", yani istedikleri gibi hareket edebilmeleri.  Bir su birikintisi, bir park mı var yada evin balkonu mu var? Bikinisini giyen hemen güneşin kollarına bırakıyor kendini. Biz de kızlarla hayal kuruyoruz acaba Yıldız Parkında ya da Sahil yolunda aynı şekilde yatsak ne olur diye? Düşüncesi bile mümkün değil şu anda:( Belki 100 yıl sonra? 



Şehri dolaşmaya devam ediyoruz. Kraliyet Sarayının önünden geçerek, "Gamla Stan" yani eski şehrin en eski meydanı olan, ortasında eski bir çeşmenin bulunduğu; "The Big Square" "Stortoget"da buluyoruz kendimizi. 1520 de, "Stockholm Katliamı" diye bilinen olayda; bu meydanda 80 kişinin kellesi uçurulmuş. Danimarka kralı II. Christian'ın emriyle meydana gelen, İsveçli soylulara karşı yapılan bir kıyım bu. Şu anda ise her yıl binlerce turistin ziyaret ettiği, barok mimarileriyle bir sürü sessiz şahidin çevrelediği çok güzel bir meydan.
ESMA, BEN, AYLA YANİİİ HETAFELER STOCKHOLM'DA:)
STORTOGET
Stortoget

Eeee artık yemek yesek hiç fena olmaz diyerek, yolumuzun üzerinde bir italyan pizzacının sokaktaki masalarından ikisine yerleşiyoruz. Birine değil, çünkü masalar 2 kişilik, arka arkaya restoranın yanındaki sokağın kaldırımına dizilmiş. Birer pizza ve bira söyleyerek açlığımızı gideriyoruz.


Ayla ile pizzalarımızı beklerken Esma fotoğrafımızı çekiyor...
Eski şehirdeki daracık sokaklarda dolaşmaya devam ediyoruz. Bir ara o kadar kaptırmışız ki, hediyelik eşya dükkanından çıktığımızda, sıkılmış olan Esma'yı dondurmacıda buluyoruz. Ara ara karşımıza çıkan antikacılarda ise, dikkat çekecek objeler mevcut. Akşam programımız bir Jazz Club'de son buluyor: "Stampen Jazz Club", Stora Nygatan 5, Ramla Stan, Stockholm.Tel : +46 08 -205793
STAMPEN JAZZ CLUB - STOCKHOLM - İSVEÇ


















Stampen Jazz Club'da herkes kafasına göre takılıyor, tek başına dans edenler, barın kenarında tünemiş olanlar, turistler, her şey iç içe. Zaten club ün dekorasyonu da ilginç. Her yerden, her şey, sallanıyor, sarkıyor. Aklınıza ne gelirse. Benim başıma gene ilginç bir olay geliyor. Hoş bir sarışın bayan o gürültüde kulağıma bir şeyler söylemeye çalışıyor. Ben de gayet masum nereden geldiğimden falan bahsederken, sohbetin rengi değişerek çok yalnız olduğundan bahsedip, benimle dans etmek istediğini söylüyor. O anda ne yapacağımı bilemiyorum ama dans etmek istemediğimi söylüyorum. Fakat daha sonra, Ayla ve Esma ile dans etmek için kalkınca gelip kulağımı çekiyor. Çattık yahu! Refahın, özgürlüğün bu kadarı bana fazla doğrusu, beni aşar. Ben gene istanbul'umu özlüyorum:) Buraları çok çok güzel, hatta müthiş her bakımdan, ama her horoz kendi çöplüğünde öter deyip, otelimize dönüyoruz. Saçı en uzun ben olduğum için saçımı kurutup, yatacağım zaman kalın siyah perdelerden günün aydınlandığını fark ediyorum. Daha ben yatamadan sabah oluyor yahu!

7 Temmuz 2006
Sabah kahvaltısından sonra, ilk hedefimiz "Vasa Müzesi"ndeki eski bir gemi batığı. 17. yüzyılda, İsveç kralının yaptırılması için emir verdiği üç gemiden biri  Vasa. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628’de yapılmış, yapımı 3 yıl sürmüş.  Bu muhteşem gemi, tek gülle atamadan, tek kılıç sallamadan ilk seferinde, mühendislik hatası nedeniyle kendiliğinden, adanın bir mil uzağında batmış. Güvertedeki 150 kişiden 30u yaşamını kaybetmiş. 1990’da çıkarılan gemi, yaklaşık 300 yıl su altında kalmasına rağmen, sanki yeniymiş gibi bir görünüme sahip. Geneli koyu kahve ve kabartmalarla kaplı. Sadece bir bölümü orijinal rengine boyanmış. Müzedeki tahta heykeller ise dikkat çekici.
VASA GEMİSİ
VASA MÜZESİ
Şimdi serbest zamanımız. Biz de müze gezmeye devam etmek istiyoruz. Modern Sanat Müzesi başta olmak üzere birçok müze Skeppsholmen ve küçük Kastellholmen Adaları’nda yer alıyor. Bölgenin en uç noktasında ise Rönesans saraylarını anımsatan görkemli bina bir bina bulunuyor: National Museum. 
Gezmek için, ilk müze olarak; "National Museum"u seçiyoruz. Södra Blasieholmshamnen 2 111 48 Sockholm. İsveç’in en geniş sanat koleksiyonuna, İskandinavya’nın en geniş porselen koleksiyonuna ve toplamda 500,000′e yakın esere sahip bir müze… Nationalmuseum Koleksiyonu; Baskılar ve Çizimler, Uygulamalı Sanat ve Tasarım, Resim ve Heykel olmak üzere üç ayrı bölüme ayrılmış. Tabi bizim vaktimiz kısıtlı olduğunda koşarak şöyle bir geziyoruz.

İkinci hedefimiz, "Moderna Museet": Holmamiralens väg 2, Skeppsholmen - Stockholm. Burası daha bahçesinden itibaren çok ilginç bir müze, Kocaman oyuncak gibi ve de mekanik heykeller yer alıyor, bir kısmı hareketli. Neredeyse müzenin içi kadar dışı da; renkli, cıvıl cıvıl ve hareketli. Görür görmez bizi heyecanlandırıyor.

17 Haziran-3 Eylül 2006 tarihleri arasında açık olan “Head Shop-Shop Head” başlıklı sergi yer alıyor müzede. Amerikalı sanatçı Paul McCarthy’in performans, video ve enstalasyon çalışmalarından oluşan  retrospektif sergisi. Önce Allah Allah Paul McCarthy müzikten başka işlerle de mi uğraşıyormuş diye düşünüyorum fakat bu Paul McCarthy başka Paul McCarthy'miş. O bizim bildiğimiz meşhur rock grubu Beatles'ın, 4 üyesinden biri olan, ingiliz rock besteci, söz yazarı, bas gitarist olan değil. 
Müze girişinde orijinal boyutta ve yavaş yavaş nefes alıyor gibi görünen, uyuyan, çakma bir domuz karşılıyor bizi. İçeri daha ilk adım attığımızda; "heh tamam İsveç'teyiz" dedirten cinsten bir görüntü. İki yapma adam pantalonlarını indirmişler, biri bir ağacı diğeri de toprağı hallediyor:) (the garden). Eh doğruya doğru, gerçekten doğanın içine ettik. Az ileride o anki sergide eserleri bulunan sanatçı Paul McCarthy'nin uyuyan birebir kalıbı alınmış bir heykeli, ama nasıl canlı, sanki dokunsam uyanacak (dreaming). He bu arada sanatçının belden aşağısı çıplak. Çok ilginç görüntüleri paylaştıktan sonra dışarı çıkıyoruz fakat gezimiz bununla bitmiyor.
Sanatçının yandaki daha küçük binada, bir ketchap firması sponsorluğuda olan bir sergisi daha var. Serginin kapısında, sanatçının salçalar içindeki noel baba elbisesiyle bir afişi bulunuyor. Yanında da, kapı girişinde bir  uyarı yazısı. Yazıda şöyle diyor: "Çocukların ve duygusal kişilerin girmesi tavsiye edilmez". Bu yazıyı okuyan Ayla'yı sergiye sokamıyoruz. Esma'yla  beni, bahçedeki heykelleri ve kuş evlerini seyrederek bekliyor. Sergi kitapçığının başında sanatçının şu ifadesi yer almakta: "You may understand my actions as vented culture. You may understand my actions as vented fear."
İçeride bir çok oda var. Her bir odada salçalar içinde porno denecek kadar tuhaf video gösterileri yer alıyor. Ayla pek de bir şey kaçırmış değil:)

Müzelerin yorgunluğunu,gene müze çıkışında, kanal kıyısında yeşillikler içine gelişi güzel atılmış tahta şezlonglara yayılarak çıkartıyoruz. O kadar sessiz, sakin, dingin bir ortam ki, kıyıda yüzen ördekleri seyrederken uyuyup kalıyoruz. Şehrin göbeğinde böyle bir mekan!!! İnsanın inanası gelmiyor. İçimden ben bu şehirde yaşayabilirim diye düşünüyorum. Tabi kışı nasıl geçiririm onu Allah bilir:)
TURKISH GIRLS İN STOCKHOLM:)
Sokaklarda, adaları birbirine bağlayan köprülerde yürüyoruz. Bir şehir en iyi yürüyerek keşfedilir. Akşam otelimizde ki kaynaşma yemeğimizden sonra rehberimiz Hakan Bey, Ayla ile beni Meşhur "İce Bar" Buz Bara götürüyor. Esma'yı zorladığımızda; "ben yorgunluktan ölmek üzereyim cennete gitseniz gelmem, paraları da alın gidin" diyor. Çünkü kasamız Esma:) Daha fazla israr etmeden biz yola koyuluyoruz. Nordic Sea Otelin alt katında yer alan Icebar’ı buluyoruz. Bara giriş kişi başı 190 SEK. Siz sıranızı beklerken elinize sıranız geldiğinde haber veren bir alet veriyorlar. Girişte size içi kürklü pelerinler ve eldiven giydiriyorlar. İçerisi oldukça karanlık, buzun ışıltısı ve soğuk ilk anda çok etkileyici geliyor. İçerideki her şey buzdan yapılmış, fiyatın içinde yer alan bir kadeh içkimizi yani votkamızı da, buzdan bardaklarda içerek yirmi dakika kadar bir sürede donmadan oradan ayrılıyoruz. Bu arada buzdan bardakları üst üste yığarak en üsttekini ısırma pozumu bir gelenek zannederek, örnek alan diğer turistlere bakarak gülüyoruz. Çok komik:) 
Dışarısı 36 derece, içerisi ise -5. Oldukça değişik bir atmosfer. Kesinlikle görülmesi gereken bir mekan. 15-24 arası açık. (www.nordicseahotel.com). 







Buz bardan çıktıktan sonra Stockholm sokaklarını arşınlıyoruz. Önünden geçtiğimiz bir Ortaçağ Barı ilgimi çekiyor. Hemen içeri dalıyoruz.



güzelleri gerçekten güzel

tuvalet
Otelimize dönüp yattığımızda ayaklarımız zonkluyor ama o kadar hoş bir akşam geçiriyoruz ki! Kim takar yorgunluğu:) Yarın sabah zaten memleketimize dönünce bol bol dinlenmeye vaktimiz olacak nasılsa.

8 Temmuz 2006

Sabah yola çıkmadan evvel bir markete giderek, deniz ürünlerinden oluşan bir demet konserve potburisi yapıyoruz. Ama pek tavsiye etmem, çünkü konseveler bizim ağız tadımıza uygun değil. 
Başka bir gezide gene can arkadaşlarımla bir arada olmak ümidiyle otelimizin önünde son bir fotoğraf  çektiriyoruz.



Nice güzel seyahatlere... (Bu arada, biz  gittiğimizde kuzeyin ne kadar sıcak olduğunu ispatlamak açısından, bileğimle yüzüm arasındaki renk farkını incelemek yeterli:))))))











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler