1 Şubat 2012 Çarşamba

GAP


           
GAP  
13-22 MAYIS


URFA
13 Mayıs

Mihri'yi GAP turuna katılmaya ikna edinceye kadar imanım gevredi doğrusu. Neyse sonunda bana evet dedirttim:)

Temel hedefi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi halkının gelir düzeyi ve hayat standardını yükselterek, bu bölge ile diğer bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını ortadan kaldırmak, kırsal alandaki verimliliği ve istihdam imkanlarını artırarak, sosyal istikrar, ekonomik büyüme gibi milli kalkınma hedeflerine katkıda bulunmak olan GAP, çok sektörlü, entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma anlayışı ile ele alınan bir bölgesel kalkınma projesi. Proje alanı Fırat ve Dicle havzaları ile yukarı Mezopotamya ovalarında yer alan 9 ili kapsamakta: Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak. Biz Şırnak ve Kilis hariç hepsini göreceğiz.

13 Mayıs akşamı önce ben, bizi güneydoğu Anadolu'ya götürecek olan  otobüse Beşiktaş'tan biniyorum, sonra Mihri'yi Kadıköy'den alacağız. Gezimiz Fotogezileri ile Jolly Tur'un birlikte düzenlediği bir tur. Bize Fotogezilerinden Uğur Bey liderlik yapıyor. Kadıköy'e varıyoruz varmasına da, araba bozuluyor Kadıköy'den ayrılamıyoruz. Kadıköy evlendirme dairesinin orada, daha Hatay'a gidemeden Hatay künefecisinde ön çalışmalara başlıyoruz. Tam tıkınırken, o kadar kendimizi kaptırmışız ki,  yanımıza eski ahbaplardan Aygül ve Atalay ağabey geliyor. Biz onları görememişiz. Ortak tanıdılardan falan bahsederek, zaman geçiriyoruz. Neyse ki çok şirin, üniversite öğrencisi, yardımcı rehberimiz Emir, herkesi sevimli ve kibar tavırlarıyla sakinleştiriyor. Yaklaşık 2 saat rötarla yola koyuluyoruz.

14 Mayıs

Sabah 8:30 gibi "Maraş" dayız. Maraş deyince ilk akla gelen dondurması tabi ki. Mutlaka yiyeceğiz, ama önce bir çevreyi dolaşalım diyoruz.
Hava mı? Hava berbat, şakır şakır yağmur yağıyor. Şemsiye almadığımıza pişman oluyoruz. Neyse bize hiçbir şey engel olamaz. Öncelikle, Maraş çarşısının özelliklerini görelim diye, çarşıya dalıyoruz.





Tipik bir Anadolu şehrinin özelliklerini taşıyor: bakırcılar, semerciler, yemeniciler harika görüntüler var fotoğraf için ama yağmur o kadar azıtıyor ki, makinayı bile çıkaramayacağız, bari gidip meşhur Maraş dondurmasından yiyelim diyoruz. Yaşar pastahanesi Maraş dondurmasında en meşhur olanı. Maraş dondurmasına dünyada başka hiçbir dondurmanın sahip olmadığı özellikleri kazandıran"dövme ustalığı" burada değişik günlerde uygulamalı olarak meraklılara ve turistlere sergilenmekte: dünyanın en yoğun, en sert, en esnek ve en lezzetli dondurmasını oluşum süreciyle ilgili bilgiler veriliyor.

A bu arada söylemeyi unuttum. Dondurmadan evvel bira daha arka caddede bir kebapçıya girerek, tavuk şiş yiyoruz. Çok güzel. Neyse dondurmaarı da yedikten sonra, Adıyaman'a doğru yola çıkıyoruz. Saat 11:30 gibi Adıyaman'daki "Grand İsias" otele yerleşip, çıkıyoruz sokaklara. Ve akşama kadar Adıyaman sokaklarını arşınlıyoruz.

ADIYAMAN

ADIYAMAN GRAND İSİAS OTEL ODAMIZDAN MANZARA

ADIYAMAN

ADIYAMAN GECE

15 Mayıs


Gece 3 gibi kalkarak, Nemrut dağından gün doğumunu seyretmek üzere yola çıkıyoruz. Buralara yolunuz düşerse, mutlaka çok sıkı giyinin, çünkü korkunç bir soğuk var. Nemrut'a varmadan, bunu tahmin edemiyor insan. Biz gündüzden çarşıdan tayt bile satın alıyoruz ve yola çıkmadan bavulumda ne varsa, her şeyi üst üste giyiyorum. Yürümekte zorlukta çeksem, soğuktan donmaktan iyidir. Nemrut'un tepesine kadar araba gidemiyor, o yüzden belli bir yerde, arabadan inerek, yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz.

NEMRUT
NEMRUT
NEMRUT


GÜN DOĞUYOR
MİHRİ NEMRUT'TA:)


Antik dünyanın küçük ancak güçlü ülkesi Kommagene, baba tarafı Pers Krallarından "Krallar Kralı olarak anılan Darius ile, anne tarafı Makedonya Hükümdarı Büyük İskender ile akraba olan bir prensin oğlu Mithradates Kallinikos tarafından, İ.Ö. 109 yılında bağımsız bir krallık olarak kurulmuş. Farklı topluluklardan meydana gelen ve ayrı inanç ve kültürlere sahip Kommageneliler arasındaki birliği sağlamak konusunda büyük başarı sağlayan Mithradates Kallinikos, tanrılarla olan bağını kuvvetlendireceği ve böylece ulusunu barış içerisinde yaşatacağı inancıyla ülkesinin çeşitli yerlerinde tapınaklar yaptırmıştır. Nemrut Dağındaki dev heykeller ve tümülüs, Arsameia (Eski Kale), Yeni Kale, Karakuş Tepesi ve Cendere Köprüsü Milli Park sınırları içerisinde yer almakta. Bu arada; Tümülüs (tr:Höyük veya Kurgan) Latince bir sözcük olup, bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen ad. Nemrut Dağı'ndaki tümülüs Anadolu’nun bilinen en büyük tümülüsleri arasında yer almakta.









DONDUĞUMUZUN RESMİDİR:)

2150 metre yükseklikte yer alan, dünyanın sekizinci harikası Nemrut, yüksekliği 10 metreyi bulan büyüleyici heykelleri, metrelerce uzunluktaki kitabeleriyle, Unesco dünya kültür mirasında yer almakta. Üzerinde barındırdığı dev heykeller, anıt mezar ve çevresindeki Kommagene uygarlığı eserleri ile birlikte en önemli milli parklarımızdan biri.
DONDUĞUMUZUN RESMİDİR:)

Tabi bunları oraya gittiğimizde sevgili rehberimiz Hüseyin Serin'den öğreniyoruz. Kendisi genç yaşına rağmen bilgisi, davranış biçimi, kibarlığı ve yöre insanı olması dolayısıyla çevreyi çok iyi  tanıyarak,  gerçekten "iyi rehber" deyimini hak eden ender rehberlerden. Bu arada İstanbul'da hiç dikkat etmediğim bir şey öğreniyorum. "Kommagene Köfte" diye bir köfte türü varmış. Tavsiye ederim. Nefis:)

Kommagene; Yunanca "Genler Topluluğu" anlamına gelen Kommagene, ismiyle bağdaşırcasına, Grek ve Pers uygarlıklarının inanç, kültür ve geleneklerinin bütünleştiği güçlü bir krallık. Toros Dağlarındaki çeşitli yolların birleştiği noktada bulunan antik Kommagene Krallığı, Suriye'nin Kuzeyi, Hatay, Pınarbaşı, Kuzey Toroslar ve doğuda Fırat Nehri'nin çevrelediği verimli topraklarda yer almış. Tarıma ve hayvancılığa elverişli ve ekonomik önemi yüksek sedir ağacı ormanlarını barındıran Kommagene topraklarının, ilk çağlardan beri yerleşim alanı olarak kullanıldığı civardaki mağara ve arkeolojik buluntulardan anlaşılmakta.

 Kommagene'nin çılgın kralı Antiochos, dağın üzerindeki 200 bin metreküplük bir kaya bloğunu elle yontturmuş ve burada kendisi için görkemli bir anıt mezar yaptırmış. Vadiden buraya taşınan taş bloklardan yontulmuş her biri 6 ton ağırlığındaki heykellerin yüksekliği 10 metreyi buluyor. Üzeri 150 metre çapında ve 50 metre yüksekliğinde kırma taşlardan koni şeklinde bir tepeyle örtülü mezarlara Roma dönemi de dahil olmak üzere, farklı dönemlerde tünel açılmışsa da, kral mezarlarına şimdiye dek ulaşmak mümkün olmamış. Ünlü Mısır firavunu Tutankhamon kadar zengin olduğu sanılan Antiochos'un Mezarı, onun zekâsı sayesinde belki de Anadolu'nun bağrında hâlâ olduğu yerde kalabilmiş bir dünya mirası.












Evet, bir çok mağara, anıt, yazıt gördükten sonra arabalarımıza atlayarak, "Cendere Köprüsü" ne varıyoruz.

CENDERE KÖPRSÜ - ADIYAMAN


Cendere köprüsü: Kâhta ile Sincik ilçelerini bir birine bağlayan ve Adıyaman'a yaklaşık 55 kilometre uzaklıkta bulunan Roma devrinden kalma bir Antik köprü.
Eskikale adı verilen antik  yerleşim  yerinde bulunan  ve Roma devrinden günümüze kadar sağlam kalabilmiş ender yapılardandır.Romalıların yaptığı  2. en geniş kemerli    köprü. 120m uzunluğu, 7m. genişliği, 30 m.de yüksekliği vardır. Herbiri 10 tonu bulan 92 kaya blogundan yapılmış.
Köprü üzerinde ki Latince  bir yazıtta belirttiğine göre  Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211), tarafından karısı  ve iki oğlu adına  yaptırılmıştır. Orijinalinde 4 adet Korint sütun vardır. Kâhta yönündeki iki sütun Septimius Severus ve eşine,Sincik tarafındaki iki sütunda  oğullarına adanarak yapılmış. Ancak oğlu Gata'ya ait olan sütun,onu öldüren ve kardeşine ait herşeyi  yok etmek isteyen kardeş Caracalla  tarafından yıktırılmış.
Şu anda sağlam ve kullanılabilir halde olan köprüden  5 tondan büyük araçların geçmesine izin verilmemekte. Cendere  Köprüsünün sol tarafına  yeni bir köprü yapılarak, araçların bunu kullanmaları istenmekte.









REHBERİMİZ HÜSEYİN BAŞI ÇEKİYOR, MİHRİ'DE RİTMİ YAKALAMAYA ÇALIŞIYOR:)





Cendere Köprüsü'nden sonra göreceğimiz yer "Karakuş Tümülüsü".








Bahar olduğu için yollarda hep durası ve gelincik tarlalarına kendini koyuveresi geliyor insanın. Eh biz de Mihroş'cuğumla öyle yapıyoruz:)









Bu arada yolculuğumuz; yeni tanıştığımız ve önceden tanıdığımız arkadaşlarımız sayesinde çok eğlenceli geçiyor. Aygül, Atalay ağabey, Derya, Berrin, Suat ve ismini sayamadığım bir sürü arkadaşla kaynaşmış vaziyetteyiz. İşte aşağıdaki fotoğrafta bunun bir kanıtı:) Minibüsten gelen müzik sesiyle coşunca arabaya binerken bile oynuyoruz.




Otelimiz "Adıyaman Grand İsias"a dönüp, akşam yemeğimizi otelde yedikten sonra, çıkıp bir müddet dolaşıyoruz. Dönüşte otelin önünde oturuyoruz, Mihri bir çay, ben de, bira istiyorum. Az sonra yanımıza mendil satan bir çocuk geliyor, birer mendil alıyoruz. Çocuk bana o kadar garip garip bakıyor ki: "neden bakıyorsun?" diye sorduğumda, ilginç bir cevap geliyor: "Hiiiç, bira içen kadın görmedim de!" "Erkekler içiyor da, kadınlar neden içmesin?"diyorum. O kadar samimi, içten bir cevap veriyor ki "Aman ne olur onlar da içmesin!" Biz im "anaaaammmm" diye yaptığımız tezahürat karşısında, çocuk gülümseyerek uzaklaşıyor. Anadolu insanı o kadar cana yakın ki, her an her yerde bunun ispatını görebiliyorsunuz. Her şeylerini paylaşmaya hazırlar.
Eh artık yatma zamanı çünkü sabahın 3 ünden beri ayaktayız. Otelimiz gayet güzel.


16 Mayıs





Bugün önce Atatürk Barajı'nı ziyaretle başlıyoruz. O kadar geniş bir alanı kapsıyor ki, sormayı gitsin. 



Atatürk Barajı, Adıyaman ve Şanlıurfa illeri arasında, Fırat Nehri üzerinde kurulu olup, enerji ve sulama amaçlı. 1983 yılında inşaatı başlamış olan baraj 1992 yılında işletmeye açılıyor. 8 türbine sahip barajın yüksekliği 169 metre. 2400 MW gücüyle yıllık 8900 GWh elektrik enerjisi üretim kapasitesine sahip. Halen inşaatı devam eden Şanlıurfa Tünelinin de tamamlanması ile, Şanlıurfa, Harran, Mardin, Ceylanpınar, Siverek-Hilvan ovaları ile beraber 1.43 milyon dönüm arazi sulanır hale gelecektir. Atatürk Barajı, en büyük barajımız olma özelliğni taşıyordu, fakat 2010da, Aydın'da kurulan Çine Barajı ve Hidroelektrik Santrali Atatürk Barajı'nın bu özelliğini elinden almıştır.















Yolcu yolunda gerek diyerek Atatürk Barajı'nı izlediğimiz, seyir terasından  ayrılarak Harran Evlerini görmeye gidiyoruz.


Harran'a özgü,Konik kubbeli evleri ve Dünya’nın İlk Üniversitesi diye de bilinen “Harran Ulu Cami” kalıntılarını görüyoruz.





İSTEYEN DEVELERE BİNEBİLİYOR...




Evlerin içi gayet serin. Ama dışarısı mayıs olmasına rağmen sıcak.





Artık Urfa'dayız. Buradan isot alıyorum. Çok da güzel çıkıyor. Almadan evvel dikkat edin; kiremit veya boya karışmış olmasın diye uyarmışlardı.





Tarihi binlerce yıl öncesine uzanan Urfa’yla, Hz.İbrahim, Hz.Eyüp, Hz.Musa, Hz.Elyasa, Hz.İsa gibi pek çok peygamberin yolu bir şekilde kesişmiştir. Zaten bu sebepten Peygamberler Şehri diye anılır. Urfa’da yapacağımız gezimizde Hz.İbrahim’in doğduğu ve ateşe atıldığına inanılan Balıklıgöl Parkı ve çevresinde çok önemli yerler ziyaret edeceğiz.  Önce, o çevrede bulunan Halil İbrahim sofrasında bir şeyler yiyip, kahvelerimizi içiyoruz. 


MİHRİ HALİL İBRAHİM SOFRASININ ÖNÜNDE



O gün bugündür buradaki göl kutsal sayılır. Tıpkı göl gibi içindeki balıklar da kutsaldır; her kim bu balıklardan yerse onun kör olacağına inanılır. O günden sonra gölün adı “Halil-ür Rahman” olur. Allahın Dostu anlamına gelen bu isim Hz. İbrahimin kutsallığını yansıtır. Bugün göl hem “Halil-ür Rahman”, hem de “Balıklı Göl” olarak anılıyor.
İbrahim için ağlayan Nemrutun kızı Zelihanın gözyaşlarından ise Balıklı Gölün hemen yanında küçük bir göl daha oluşur, bu gölün adı ise Zelihanın gözü anlamına gelen “Ayn-Zeliha”dır.






Bugün her iki gölün karşısındaki tepenin üzerinde mancınık olarak kullanıldığına inanılan iki sütun hâlâ ayakta. İnanışa göre bu sütunların birinin altında bitmeyen su, diğerinin altında ise bitmeyen altın bulunuyor; biri yıkılırsa Urfa altına, diğeri yıkılırsa Urfa için altın kadar değerli olan suya gömülecek kent. Balıklı Gölün hemen yanı başında yer alan ve Eyyubiler Devletinin kurucusu Salahaddin Eyyubinin yeğeni Melik Eşref tarafından 1211 yılında yaptırılan Halil-ür Rahman Cami ise, gölün doğal güzelliğine mimari estetik katıyor. 





Balıklı Göl efsanesi:
Dönemin Babil hükümdarı, hükümdarlara Nemrut deniliyor, rüyasında çok parlak bir yıldız görür. Rüyadan çok etkilenen Nemrut, rüyasını yorumlatır. Yorumcuları, o yıl dünyaya gelecek bir erkek çocuğunun Nemrut’un hükümdarlığını elinden alacağını söyler. Bunun üzerine Nemrut, o yıl doğan bütün erkek çocuklarının öldürülmesi talimatını verir. Hz. İbrahim’in babası Nemrut’un bu talimatından haberdar olduğundan karısını doğum yapması için surların dışında bir mağaraya götürür. Annesi Hz. İbrahim’i mağarada bırakarak surlara döner, geri geldiğinde dişi bir ceylanı oğlunu emzirirken bulur. Hz. İbrahim 10 yaşında baba evine getirilir. İslamı yayma amaçlı Hz. İbrahim, putlara karşı mücadele başlatır. Bunun üzerine Nemrut, Hz. İbrahim için ölüm fermanı verir. Urfa kalesinin altında, çevrede bulunan tüm odunları toplatan Nemrut, Hz. İbrahim’in çok büyük bir ateşte yakılmasını emreder. Fakat ateş o kadar büyük olur ki, kimse yanaşamaz. Bunun üzerine Hz. İbrahim’i bugünkü kalenin bulunduğu tepeden mancınıkla ateşe atarlar. O anda Allah katından “serin ol” diye bir emir gelir ve ateş suya, odunlar da balığa dönüşür.





Gölün içi gerçekten de balık kaynıyor. Gelen ziyaretçiler bu balıkları besliyorlar.



Hava yağışlı, yağmur yağdı yağacak. Bir kararıyor, sonra tekrar açıyor. Demek ki bu taraflarda, bahar da yağmur oluyor.




Nitekim "Mevlid-i Halil Camii"ni  gezerken öyle bir yağmura yakalanıyoruz ki, bileklerimize kadar suya batıyoruz. Sonra gene güneş çıkıyor. Urfa'nın biraz da çarşılarını dolaşalım, derken, yolumuz "Gümrük Han"a düşüyor. Gümrük Han, Urfa’nın Haşimiye Meydanının yakınında yer alıyor. Kanuni Sultan Süleyman Zamanında 1563 yılında Urfa sancak Beyi Halhallı Behram Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı ortada avlu ve etrafında iki katlı odalar yer almakta. İki renkli taş kullanıldığından “Alaca Han” adıyla da biliniyor. Burada Urfa'ya özgü, üzeri deri şeritli ya da rahle biçiminde tabureler kullanılıyor. Avlusunda güneşli günlerde gölgesinde serinleyeceğiniz, asırlık ağaçlar mevcut. Fakat hava yağışlı olduğu için biz birinci katın korunaklı kısmında oturarak, birer güzel sıcacık çay içiyoruz. Isınıp, yeterince kuruduğumuzu düşündüğümüzde, yallah çarşılara. Akşamı etmeden otelimize dönüyoruz.


MİHRİ SULTAN


Akşam Urfa'nın meşhur sıra gecesine gideceğiz. Genellikle kış gecelerinde, birbirine yakın yaş grubundaki gençlerin veya orta yaşlardaki arkadaş gruplarının, her hafta bir başka arkadaşın evinde olmak üzere, haftada bir akşam, belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara Şanlıurfa'da “sıra gecesi” denmekte. Kısaca; “sıra gecesi” bir arkadaş grubunun haftada bir olmak üzere bir araya geldikleri toplantılar. Bizden 30ar  TL alınıyor; buna gösteri ve bir içecek dahil.






Bir konağın üst katında geniş bir salona alınıyoruz. her yer halı ve duvar dipleri minder. Herkes yerleştikten sonra ne içeceğimiz soruluyor. Ben bira, Mihri rakı istiyoruz. Sonra ortada gösteri yapan bir davulcu ile çiğ köfte yapan birisi meydana çıkıyorlar.
REHBERİMİZ HÜSEYİN VE LİDERİMİZ UĞUR
Sıra gecesinden çıkıp da otobüslerimize bindiğimizde rehberimiz Hüseyin, tatmamız için bize "mırra";  Urfa'nın meşhur kahvesinden getiriyor. Çok acı içemiyorum. Hele benim gibi akşam üstü kahve dükkanının yanından bile geçse uyuyamayan biri için çok ağır. Alışkın olmak gerek belki de.

"Mırra", Tüm Arap coğrafyasına özgü, birkaç kez demlenerek hazırlanan acı kahve. İsmi, Arapça acı anlamına gelen مر murdan türemiş. Çok acı ve koyu olması nedeniyle ufak bardakta içiliyor. Türkiye'de de Şanlıurfa , Mardin gibi Arap kültürünün hakim olduğu yörelerde kültürel açıdan anlamlı, sunumu özel çaba gerektiren bir içecek. Mırra için özel bir kahve çekirdeği yok. Kahve çekirdekleri kavrulup dibek adlı havan benzeri kaba alınıyor ve taneleri çok inceltilmeden dövülüyor. Mırraya tat vermesi amacıyla karışıma kakule katılabilir. Şekersiz içildiği için hazırlanırken tatlandırılmamakta. Mırra geleneksel olarak kulpsuz, küçük tek bir fincan ile servis ediliyor. Serviste yaş olarak büyükten küçüğe doğru giden bir sıra takip edilir. Kahveyi servis eden kişi sırası gelen konuğa bir içimlik, fincanın aşağı yukarı yarısına gelecek kadar mırra doldurur. Konuk kahveyi içtikten sonra yine aynı miktarda kahve doldurulur. İkinciyi de içen konuk, fincanı servis eden kişiye geri verir. Kahveyi servis eden kişi her servisten sonra bardağı siler ve bir sonraki konuğa aynı fincanla ikramda bulunur. Belirtildiği üzere kahvesini bitiren konuk fincanı kahveyi servis edene geri verir. Rivayetlere göre fincanı masaya ya da yere koyan kişi şunlardan bir veya birkaçını yerine getirmekle yükümlüdür:
Fincanı altınla doldurmak
Kahveyi servis edenle evlenmek
Kahveyi servis edeni evlendirmek
Kahveyi servis edenin çeyizini düzmek. İyi valla çok beğendim:)



16 Mayıs

Sabah otel odamızın penceresinden, fotoğraf çekiyorum

ODAMIZDAN GÖRÜNTÜ

ODAMIZDAN GÖRÜNTÜ
Arabalarımıza binip Mardin'e doğru yol alıyoruz. Gideceğimiz yer, "Deyrulzafaran Süryani Manastırı"Deyrulzafaran Manastırı gezimizde Kilise, Tıp Okulu, Sin Tapınağı, Vaftizhane ve “Kutsalların Kutsalı” anlamına gelen Kuduşkudşin (Patriklerin Mezarlığı) bölümünü göreceğiz.











İsa’dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı, muhteşem mimarisi yanında Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden biridir. 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgah yeriydi.
Üç kattan oluşan manastır, Mardin’in 4 kilometre doğusunda, şirin bir dağ yamacın da, Mardin Ovasına hakim bir noktadadır.




Manastır, Milattan önce Güneş Tapınağı, daha sonra da Romalılarca kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edildi. Romalılar bölgeden çekilince Aziz Şleymun bazı azizlerin kemiklerini buraya getirterek kaleyi manastıra çevirdi. Bu nedenle Manastır, önceleri Mor Şleymun Manastırı olarak bilini- yordu. Daha sonra, Mor Hananyo Manastırı olarak tanınıyor. Mor sözcüğü Süryanice, Aziz demek. 15. yüzyıldan sonra da Manastır’ın etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisinden dolayı Manastır, Dey- rulzafaran (Safran Manastırı) adı ile anılmaya başlandı.



İç ve dış mekanların taş işçiliğini görmeniz gerek! Anlatılır gibi değil. Günde 3 kez ayin yapılıyor. Yaşayan cemaat var. 1876 yılında Manastır’a ilk matbaa  Patrik 4. Petrus tarafından getirilmiş. İbrahim Müteferrika’dan çok önce.







TAŞ İŞÇİLİĞİ GERÇEKTEN MÜTHİŞ
















Darulzafaran Manastır'ı, Mardin'in mutlaka görülmesi gereken yerlerinin başında geliyor. Girişte Kafe ile birlikte hediyelik eşya satan küçük dükkanlar var. Biz biraz soluklanmak için kafesinde oturarak zafaran çayından tadıyoruz. Nefffiiisss! Zafaran çayının içinde safran bitkisine ek olarak karanfil, tarçın, bamya çiçeği ve zencefil varmış. Baharat sevenlerin kesinlikle denemeleri gerek, seveceklerini düşünüyorum.
Aklım geride kalarak, manastırdan ayrılıyoruz. Benim niyetim Allah kısmet ederse bu manastıra tekrar gelmek. Arabalardan Mardin şehri görününce, fotoğraf çekmek için iniyoruz. İşte o meşhur Mardin karşımda. Fakat şunu anlıyorum ki, Mardin tek başına bir geziyi hak eden ender illerimizden. Hele de tek tek dükkanlara girip, kurutulmuş pekmezdi, türlü değerli taşlardan tespihlerdi, bir de şurada bir kahve de oturup, mırra veya Menengeç Kahvesi (antep fıstığından yapılıyor) içeyim diyorsanız, kesinlikle bir tek bu şehir için gelinmeli. Bu arada, Türk kahvesi de çok güzel, içine kakule konuyor. Mardin'de çerez kültürü çok gelişmiş. Şeker kaplı badem, karpuz çekirdeği, tuzlu leblebi, tuzlu badem hepsi çok lezzetli. Fakat zamanımız kısıtlı olduğu için Mardin'in meşhur yemeklerini tadamıyoruz. Halbuki: Bademli pilav, Sembusek (bir çeşit kapalı lahmacun), kaburga dolması, haşlama ve kızartma içli köfte, mumbar, keçi peynirleri ve kırma zeytinlerinden tatmak isterdim. Neyse artık bir daha ki sefere:)











İkinci olarak, "Kasımiye Medresesi"ne varıyoruz. Kasımiye Medresesi mükemmel mimarisiyle, 700 yıllık bir tarihe sahip. Orada hem dini, hem fenni ilimler icra edilmiş. Medrese duvarlarInda astronomi ve tıp bilimine ait simgeler mevcut. Artukoğulları zamanında yapımına başlanmış, Akkoyunlu hükümdarı Cihangirin oğlu Sultan Kasım tarafından tamamlanmış. Rivayete göre; Kasım Paşa’nın kız kardeşi, Kasım Paşa katledildiğinde, kanlı gömleğini ağıtlar eşliğinde bu eyvanın duvarlarına sürmüş ve duvarlardaki kızıl izlerin, bu kan izlerine ait olduğu söyleniyor.
Yine rivayetlere göre medresenin avlusundaki havuzda akan su tasavvufi bir anlam taşımakta. Suyun akışı ile doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrası simgelenmiş. Çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil etmekte. Daha sonra bu su kanallarla Mezopotamya’ya akıtılıyor ve bu da toprakta tekrar can buluyor.
Kasımiye Medresesi değişik bir mimari ile tasarlanmış; gün doğduktan, batana kadar, tüm derslikler güneş ışığından faydalanabiliyor. Öğrenci hocasının huzuruna girerken başını eğsin, hürmette kusur etmesin diye, dersliklerin kapı yüksekliği bir metreden biraz fazla. Velhasıl Kasımiye Medresesi; Orta Asyadan gelen sembolizmin, İslam felsefesi ile kucaklaştığı bir şaheser.







MEDRESEDEN MEZOPOTAMYA OVASI

FİLLİ SAAT






MEDRESENİN ÖNÜNDEN, MİHRİ BİZE UĞURLU GELSİN DİYE, BİRER BİLEZİK ALIYOR:) 
Medrese ziyaretinden sonra Mardin'e gidiyoruz. Amacımız biraz ara sokaklarda dolaşıp ilginç kahverinden denemek.








Sokaklarda dolaştıkça ilginç insan manzaralarıyla karşılaşabiliyorsunuz. 









MARDİN ULU CAMİ - CAMİ-İ KEBİR
Mardin Cami-i Kebir ya da Ulu Caminin yanında ki bir kafenin terasına çıkıyoruz. Ben Süryani kahvesini deniyorum. Güzel ama ben türk kahvemi tercih ederim. Alışkanlık herhalde.




MİHRİ, BEN, DERYA KAHVEDE DİNLENİRKEN...





Eski PTT binasının önündeyiz. Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu Uygulama Oteli'ne dönüştürülmesi için Artuklu Üniversitesi tarafından  restorasyon ve tadilat çalışmaları hızla devam ediyor. Bizde içeri girip bir bakalım diyoruz. Burası da müthiş bir bina.

























Mardin'den ayrılıp Midyat'a doğru gidiyoruz. Mardin Midyat arası 66km, yaklaşık 30-40 dakika. Midyat özellikle, Süryani ustaların, gümüş işlemeciliği (telkari) ile duyurmuş adını. Küçük meydanında yaklaşık 25-30 dükkan yan yana dizilmiş. Eh tabi Mihri ie dükkanlara dalıyoruz. Ben 30 TL ye küpe ve 50TL ye bir yüzük alıyorum. Tabi telkari tarzında işlenmişler. Mihriban 'da bir yüzük alıyor 50 TL. Burada da işimiz bittikten sonra Midyat'taki otelimiz "Otel Matiat"a gidiyoruz. Biraz merkezin dışında fakat güzel bir Otel. 

17 Mayıs



Aygül ile otel havuzlu denilince mutlaka gireriz niyetiyle otele büyük bir hevesle geliyoruz. Fakat maalesef henüz mevsim açılmadığı için, havuzda su yok! Eh biz de şansımıza küsüyoruz. 17 Mayıs sabahı otelden  "Hasankeyf" e gitmek üzere ayrılıyoruz. Alacağımız mesafe; 43km yaklaşık, 40 dakika sürecek. Yolda manzara muhteşem, gelincik ve papatya tarlaları her yeri sarmış, görüntü her bahar olduğu gibi insanın içini umutla dolduran cinsten. Otobüsümüzde de her yöreye uygun türkü var. Hangi il sınırndan girsek o bölgenin şarkı ve türkülerini dinliyoruz. Tabi Mihriban'la habire bu senindi, ondan sonraki benimdi diye şarkı tutuyoruz. Yolculuğumuz gayet güzel geçiyor.







Hasankeyf Batman'a bağlı, iki yakasını Dicle'nin ayırdığı, çok özel bir yer. Hasankeyf, üzerinde yapılması planlanan Ilısu Barajı ile sular altında kalma ve tüm kültürel hazinesini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya. Yerleşim merkezlerinin ve 10.000 yılı aşkın tarihi bulunan kültürel varlıklarının yanında bilirkişilerce hazırlanan raporda Ilısu Barajı'nın barındırdığı bir sürü çevresel tehlike mevcut. Mesela soyu tükenen hayvanların besin ve habitatlarının yok olması, kitlesel balık ölümleri, su kalitesinde ciddi düşüş, sıtma gibi su kaynaklı hastalıklarda artış, su kaynaklı çatışmalarda artış (özellikle Türkiye ile komşu devletler arasında) gibi tehlikelerin ortaya çıkması muhtemel.O yüzden, ben de  umut ediyorum ki böyle bir hataya düşülmez.




























Hasankef'i de güzelce gezip, kahvemizi de içtikten sonra, otobüsümüze dönüyoruz. Yolda gene gelincik tarlaları....gelincik tarlaları....her an içinde olmak istiyor insan...





123 km sonra yani, 1saat 45  dakika sonra Siirt'teyiz. Siirt'in büryan kebabı meşhur. Büryan, biryan kelimesinden türemiş, yani etin bir yani demekmiş. Kebap, etin odun ateşi buharında tütsülenmesi esasına dayanıyor. Süresi epey uzun. Etler kuyuya odun ateşinin köz haline gelmesinden sonra asılıyor. Askıda pişen etlerin altına büyükçe bakır bir kazan konuluyor.Kemikli etler bu kazan içerisinde pişerken, bu etlerin buharıyla yukarıda, çengele asılı durumdaki ikiye bölünmüş olan kuzunun bütünü pişiyor. Askıdaki etlerin eriyen yağları alttaki bakır kazana damladıkça, oradaki kemikli etlerin pişme süresi ile askıdaki etlerin pişme süresi eşitlenmiş oluyor. yanında pilav ve pide ile geliyor. Tadı harika fakat sağlam bir mideye sahip olmak lazım, çünkü bize epey yağlı geliyor. Hatta Mihri yemiyor. Kebabın üzerine çaylarımızı lokantanın önünde dizilerek içiyoruz. Geçen insanlar bize tuhaf tuhaf bakıyorlar. 



Tuhaf tuhaf bakmalarının bir nedeni de sokaklarda fazla kadın olmaması. Eh tabi sonuçta bizde yabancıyız. Ama Siirt ancak geçerken kebap yemek için uğranabilecek bir yer. Sokak da dolaşırken tezgahta satılan ilginç bir şey görüyoruz: "Içkın" ya da "Yayla muzu". Kilosu 3 lira. Haziran sonuna kadar tezgahlarda görebiliyorsunuz. Soyularak yeniyor. Bağırsaklara iyi geliyormuş.




Mayhoş bir tadı var. Ben çok beğeniyorum. Otobüste yemek üzere yanımıza da alıyoruz ama Mihri pek yemiyor, hepsini ben bitiriyorum. Bitlis'e doğru devam ediyoruz. Siirt Bitlis arası 97 km. Bitlis'de 5 minare türküsüyle şehre giriyoruz. Bana çok karanlık ve iç karartıcı görünüyor. Ana cadde çok dar, caddenin iki yanındaki natamam binaların ikinci katlarında şalvarlı adamlar kahvelerde oturuyorlar. 


BİTLİS

BİTLİS
BİTLİS MİNARELERİNDEN BİRİ

Bitlis'in kuzeyinde, Tatvan İlçesinin sınırları içerisinde yer alan ve yüksekliği 2935 m. olan Nemrut Dağı, volkanik bir dağ. Bir doğa harikası olan Nemrut Dağı her yıl özellikle yaz aylarında çok sayıda yabancı ve yerli turist tarafından gezilmekte. Nemrut Dağı krater alanı içerisinde yer alan Nemrut Gölü, büyüklük bakımından ülkemizin birinci , dünyanın ise ikinci en büyük krater gölü unvanına sahip. Bitlis'e 27 km., Tatvan'a ise 13 km. uzaklıkta bulunan dağa Tatvan - Çekmece Köyü ve Ahlat - Serinbayır köyü yollarından arabayla rahatlıkla çıkılabilmekte. Fakat bizim vaktimiz yok maalesef es geçmek orunda kalıyoruz. Nemrut krater gölü de bir dahaki sefere kalanlar listesine giriyor.


Yolumuza devam ederek, Van'a doğru yol alıyoruz. Evet sonunda Van gölüne ulaşıyoruz. Aylardan mayıs, dağların zirveleri karlı. O kadar güzel bir manzara ki görmek lazım.






"Ahlat" a varıyoruz.  Ahlat; Süphan ve Nemrut dağları arasına ve Van Gölü’nün kuzeybatısına, bütün güzelliğiyle yerleşmiş. Ahlat, Bitlis il sınırları içinde yer alan, kahverengi taşlarıyla, mavi deniziyle, yemyeşil doğasıyla, Selçuklu mezar taşlarıyla, yine her köşesinde Selçuklulara ait tarihi eserleriyle muhteşem bir belde.Tarihte önemli dönüm noktalarından biri olan 1071 Malazgirt Muharebesi sırasında ilk zafer Ahlat’tan kazanılmış, Bizanslıların önem verdiği kutsal savaş haçı buradan Bağdat’a Abbasi halifesine gönderilmiş. Ayrıca İslamiyet’in yayılma dönemi ve Türklerin batıya geçişlerinde Ahlat hep önemli rol oynamış.
Efsaneye göre; Ahlat, Urartu hükümdarlığı döneminde Med saldırısında düşmüş, Urartu hükümdarı Lat, ağır yaralanmış. Kızı babasının başını dizine koyup hem gözyaşı dökmüş hem de: “Ah… Lat! Ah… Lat!” diye ağlamaktaymış. Hükümdar bu arada hayata gözlerini yummuş ve  ismini de bilmeden bu ilçeye vermiş:)

Ahlat taşı: Nemrut dağından püsküren lavlar soğuduğu zaman işlemeye elverişli hale gelir. Toprak altından çıkartıldığında kısmen yumuşak olan bu taş sonradan sertleştiği için işlenmesi rahat ve kolaydır. Bu nedenle iç ve dış yapılarda, Ahlat taşı vazgeçilmez bir yapı malzemesidir.


SELÇUKLU MEZAR TAŞLARI - AHLAT








Ahlat Müzesini de gezdikten sonra, arabamıza binip, inanılmaz bir "gölde gün batımı" manzarası eşliğinde, Van ilinin merkezine doğru ilerliyoruz. 















Van'a ulaştığımızda, "Otel Akdamar"a yerleşiyoruz:  Van Merkez  Kazım Karabekir Cad. 9, 65100 Van. Otelimiz cadde üzerinde, çok merkezi bir yerde. Çok yakınımızda, otelle aynı hizada, köşede "Ayça Pastahanesi" ne gidiyoruz. 



Kanka olduğumuz Derya'da bizimle birlikte geliyor. Ayça Pastahanesinin, dondurmaları ve tatlıları harika. Yorulduğumuzu fark ederek, gece gezmemize son vererek, otele gidip yatıyoruz.

18 Mayıs

Sabah kahvaltıdan sonra, yollara düşüyoruz. "Çavuş Tepe Kalesi ve Nekropolü"ne gidiyoruz. Eski yerleşimlerde, kent dışında yer alan toplu gömütlerin bulunduğu mekana nekropol deniliyor.









BANYO KÜVETİNDEYİM (yanlış anlaşılmasın:)





MİHRİ, AYGÜL,BEN,UĞUR,DERYA
AYGÜL,BEN,UĞUR
Yani doğada bizden de güzel çiçekler var. Şaka bir tarafa insan, çiçeklerin türlerinin, renklerinin çeşitliliğine hayran kalıyor.





Van Gölü "Ahtamar Adası" na gidiyoruz. Motorlara biniyoruz. Gölün rengi insana huzur veren bir yeşil. Babamın gözlerini hatırlattı bana nedense.Belki de huzur kelimesi anımsatmıştır. Babacığım seni seviyorum:)












Akdamar Adası (Ahtamar, Ağtamar, Akhtamar biçimlerinde de yazılır; Ermenice: Աղթամար), Türkiye’nin Van ve Bitlis illeri arasında bulunan Van Gölü’nün içinde yer alan en büyük adadır. Van’ın Gevaş ilçesi sınırları içerisinde yer alan adada Ermeniler´den kalma bir kilise bulunur. Yüzölçümü 70,000 metrekare olan adanın toplam kıyı uzunluğu 3 kilometreyi bulmaktadır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 metre yüksekte bulunan adanın batı uçlarında yüksekliği 80 metreye ulaşan dik kayalıklar vardır.



AHTAMAR ADASI

Rivayete göre, zamanında bu adada yaşayan baş keşişin güzelliği dillere destan Tamara adında bir kızı vardır. Adanın çevresindeki köylerde çobanlık yapan Müslüman bir genç bu kıza âşık olur. Bu genç Tamara’yla buluşmak için her gece adaya yüzer. Tamara ise ona gece karanlığında yerini belli etmek için onu bir fenerle bekler. Bundan haberdar olan kızın babası, fırtınalı bir gecede elinde fenerle adanın kıyısına iner ve sürekli yer değiştirerek gencin boşuna yüzüp, gücünü yitirmesine neden olur. Yüzmekten gücünü yitirip, yorulan genç çoban boğulur ve boğulmadan önce son nefesiyle "Ah Tamara!" diye haykırır. Bunu duyan kız da hemen ardından kendini gölün sularına bırakarak boğulur. Ah Tamara! isminin dönüşerek zamanla Ahtamar biçimini aldığı anlatılır.























16. yüzyıldan sonra sivil yerleşimin bulunmadığı adada Kutsal Haç'a (Surp Khaç) adanmış bir Ermeni manastırı hayatiyetini sürdürmüştür. 19. yüzyıl sonlarında 300 civarında keşişin ikamet ettiği manastır, 1895 ve 1915 olaylarından sonra terkedilmiştir.







Ermeni Kilisesinin ruhani başkanlığı olan Gatoğigosluk makamı 10. yüzyıl ortalarından 1101 yılına kadar Ahtamar Adasında bulunmuştur. Makamın 12. yüzyılda Kilikya'ya taşınmasından sonra da Ahtamar Kilisesi 19. yüzyıla dek önderlik iddiasını devam ettirmiştir.






Tabi fotogezilerinin turu olursa, bu kadar çok  fotoğrafçı da, fotoğrafını çeker:)






Ahtamar'dan ayrılıp, motorlarla sahile  geri dönüp yemeğimizi yiyoruz. Yemekte, Van'a özgü "inci kefali" var. Yanında da salata ve bira.

İnci kefalı ya da Van balığı, ortalama 20 cm boya ve 70 g ağırlığa sahip,
sazangiller familyasından, Van Gölü’nün tuzlu ve yüksek derecede sodalı (tuzluluk %0.19, pH 9.8) sularında yaşayabilen endemik bir balık türü. Adı kefal olmasına rağmen, aslında o sazangillerin bir üyesi. Halen birçok coğrafya, zooloji ve balık sistematiği kitaplarında Van Gölü’nde yaşamadığı, sadece akarsuların göle dökülen kısımlarında yaşadığı iddia edilir. Van Gölü; sularının taşmasıyla, efsane canavarıyla sık sık gündeme geldi ama, balığı ile ancak yeni yeni duyulmaya başlandı.





Yemeğimizi yedikten sonra, Urartu halı dokuma ve satış mağazasına gidiyoruz. Oradan Mihriban bir kapı ya asılan separatörden alıyor, ben de "rah rah" denilen kürt kiliminden alıyorum.




Bu arada, rah rah; yol yol demekmiş. Yaklaşık; 1mx 1.5m, 500 TL ya satın alıyorum. Dokuma tezgaharına bakıyoruz, kahvemii de içtikten sonra oradan ayrılıyoruz.


ARTİZİM BENİM YAAA:)






Oradan "Tuşpa" yani "Van Kalesi"ne çıkıyoruz. kaleden pek bir şey kalmamış.







Van Kalesinden sonra, Van merkeze iniyoruz. Otel yakınlarında ki, Atasay Kuyumculukta Mihri ile 200TL ye birer tane kolye alıyoruz. Gümüş ve antik taşlardan yapılmış ;öyle diyorlar tabi, biz de inanmaya hazırız. Alıyoruz.


19 Mayıs


Sabah otelimizde alınan açık büfe kahvaltı sonrası istikametimiz Güneydoğunun en büyük ve önemli kentlerinden "Diyarbakır" . Bitlis'den geçerek, Siirt’e bağlı Ziyaret beldesinde ünlü İslam sufisi ve anne sevgisinin timsali sayılan Veysel Karani Türbesi’nde kısa bir mola veriyoruz.








Veysel Karani hazretlerinin türbesini d ziyaret ettikten sonra, yola devam. Bu sefer hedefimiz "Malabadi Köprüsü".



Malabadi Köprüsü, Diyarbakır'ın Silvan ilçesi 20 km yakınlarında, Batman Çayı üzerinde bulunan mervaniler döneminden kalma köprüdür.Bad ailesi tarafından 883 yılında yapılmaya başlamış olup ( mala ) ( bad ) Timurtaş bin İlgazi bin Artuk tarafından 1147 yılında tamamlamış 7 m. eninde ve 150 m. uzunluğundadır. Yani Artuklular tarafından yapılmıştır. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 m.'dir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Dünyanın en büyük taş kemerli köprüsüdür. İnşaatında gri kalker kullanılmıştır. Köprü üzerinde netliğini yitirmiş yazı ve kabartmalar Hasankeyf ve Cizre köprülerindekine benzemektedir. 


Kemerin her iki yanında, iç tarafta kervan ve yolcular tarafından, özellikle kışın zorlu günlerinde barınak olarak kullanılan iki oda bulunmaktadır. Köprü nöbetçileri tarafından da kullanılan bu odaları daha önceleri dehlizlerle yolun dipleri ile bağlantılı olduğu, gelen kervanların ayak seslerinin bu dehlizler vasıtası ile daha uzaklarda iken duyulduğu söylenir.





Malabadi Köprüsü için yazılmış bir de türkü vardır. Karşı Köyden bir güzele sevdalanan garip,bu güzeli görmek için her gün bu köprüye gider.Kız da buna sevdalanır.Bir zaman sonra kızın babasından kızı istemeye giderler ama Fatma'nın babası çok katı ve insafsız birisidir. Bu iki sevdalının kavuşmasına izin vermez. Bunları öldürmeye karar verir. Ve Bir gün iki sevdalıya Malabadi Köprüsü üstünde pusu kurarlar. O anda silahlar ateşlenir ve iki sevdalı orada ölür.Bu destan üzerine yazılan bir türküdür bu.


Yolda önce "Kazım Usta"da kebaplarımızı yiyoruz, sonra tatlı yemeğe Mado'ya davetli olarak gidiyoruz. Dondurması vede bahçesi çok güzel.








Silvan üzerinden Diyarbakır’a ulaşıyoruz. Tarihi boyunca Amid, Amide, Kara Amid, Diyar-ı Bekri gibi isimlerle anılmış bu kadim şehrin, tarihi eserlerinin neredeyse tamamı, volkanik, siyah, bazalt taşından inşa edilmiş. Dünyanın en uzun ve gösterişli surlarından olarak bilinen Diyarbakır Surlarını ve her birine ayrı türküler yakılmış, hala kullanımda olan devasa sur kapılarını görüyoruz; Mardin Kapı, Urfa Kapı, Dağ Kapı..

REHBERİMİZ HÜSEYİN BURÇLARDA:)



Kalenin alt kısmı da kullanılıyor. Kafe haline getirilmiş. Oraya da bir göz atıyoruz.





MİHRİMAH SULTAN
MANKENLERİM MİHRİ VE DERYA...
Diyarbakır çarşısına dalıyoruz. Gözlerimiz yoruluyor. Her yer rengarenk, adeta bir renk cümbüşü. Dallı güllü, parlak ve cart renklerden çok hoşlanıyorlar. Tabi pul ve boncukları da ihmal etmemek gerekir.





Önce alış veriş yapacaklar için, kocaman bir bakırcı dükkanını ziyaret ediyoruz.








MEŞHUR DİYARBAKIR KARPUZU
 Yaş 35 ve Haydi Abbas şiirlerinin şairi Cahit Sıtkı Tarancı’nın Müze Evi'ni ziyaret ediyoruz.

CAHİT SITKI TARANCI EVİ

CAHİT SITKI TARANCI EVİ

CAHİT SITKI TARANCI VE BEN:)


Anadolu’nun en eski camii ve İslam dünyasının 5.Harem-i Şerifi olarak bilinen "Diyarbakır Ulu Camii" ni ziyaret ediyoruz. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuş.


ULU CAMİİ -- DİYARBAKIR

ULU CAMİİ - DİYARBAKIR





Diyarbakır'da bulunan hanlar Osmanlılar döneminde yapılmış olup, bu devrin mi­marisinin en güzel örneklerinden. Bu yapılardan günümüze ancak üç tanesi ulaşabilmiş. Bunlar; Deliller Hanı (Hüsrev Paşa Hanı), Hasan Paşa Hanı ve Çifte Han'dır. Bizim durağımız, güzel birer kahve ve çay içip dinleneceğimiz, otantik "Hasanpaşa Hanı".





Osmanlılar zamanında Diyar­bakır'da valilik yapmış olan Sokullu'nun oğlu Vezir-zâde Hasan Paşa tarafından 1572-1575 yılları ara­sında yaptırılmış. Hasan Paşa Diyarbakır'da ilk olarak kuyumcular için bir çarşı yaptırmış. Daha sonra Ketenciler adıyla bilinen ancak günümüze ula­şamamış çarşıyı yaptırmış. Kuyumcular Çarşısı'nda yapılan hasır bilezikler, haplar, kişnişli gerdanlıklar, avizeler, hançerler vb. parçalar, Ketenciler Çarşısındaki dükkânlarda satılırmış. Hasan Paşa, bu iki çarşıya ticaret için gelenlerin gecelemeleri için bir han da yaptırmıştır.



1612 yılında Diyarbakır'ı ziyaret eden Polonyalı Simeon, şehre geldiği zaman indiği Hasan Paşa Hanı'nı, "... Muazzam kârgir bir bina olan bu hanın 500 beygiri barındırabilecek yer altında iki ahırı, renga­renk demir parmaklıklarla çevrilmiş çok güzel ha­vuzu, üç kat üzerine birçok kârgir odaları vardı..."  diye yazmış.




Hasan Paşa Hanı"nın güney ve batı kapılarında tarihî iki yazıt bulunmakta. Hanın batı cephesi, allı beşik tonozlu dükkânlarla üst katın­da taşan iki süslü pencereyle dışarı açılan orta kısmı, yapının genel çizgilerini tamamlamakta. 



Bazalt ve kalker taşı­nın beraber kullanılması ve kalker taşının yatay ola­rak yerleştirilmesi, yapıyı olduğundan da uzun gös­termekte.




Akşam "Malabadi Otel"de bitiyor. Şehir içerisinde 4 yıldızlı kötü bir otel. Odalar çok dar, ne kapılar kapanıyor, ne ışıklar yanıyor. Kısacası tavsiye edilecek bir otel değil. Yemekten sonra çevrede şöyle bir yürüyüş yapalım diye çıkıyoruz fakat, etrafta görülesi bir şey yok. Geri dönüp yatıyoruz.


20 Mayıs



Sabah otelimizde ki, açık büfe kahvaltının ardından Güneydoğu' nun en gelişmiş ve modern şehri olan Gaziantep’e gidiyoruz. Gaziantep; gelişmişliği, modernliği, batılı görüntüsüyle; doğulu kimliğini başarıyla sentezlemiş olması, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki kahramanca mücadelesiyle, kazanmış olduğu İstiklal Madalyası’yla, en lezzetli mutfağın burada bulunması, birbirinden güzel tarihi ve turistik eserleri, fıstığı, baklavası, katmeri ve kebaplarıyla bizleri bekliyor. 




ÖĞLE YEMEĞİMİZİ YİYORUZ


Halfeti siyah gül anlamına geliyor. Geçmişte kervan yolu olarak kullanılmış. Birecik Barajı nedeniyle evlerin yarısı sular altında kalmış...





Savaşan köyü - Sular altında kalan cami  











DERYA-BEN-AYGÜL-MİHRİBAN-NERMİN TEYZE
GRUBUMUZUN BİR KISMI 
MİHRİ'DE HORON TEPENLERE KATILIYOR



Balığımızı da gayet güzel bir restoranda yedikten sonra oradan oradan ayrılıyoruz. Yolda manzarasını beğendiğimiz bir noktada fotoğraf molası veriyoruz.


CANIM KARDEŞİM BENİİİİMM...MİHRİCİİİMMM:)
BİZ HEP BİRLİKTEYDİK...OLACAĞIZ...
Yola devam....Gaziantep "Zeugma Müzesi"ndeyiz. 




"Köprü Başı" anlamına gelen Zeugma, Gaziantep'in Nizip İlçesinin Belkıs köyünde bulunan antik bir kenttir. Belkıs, Fırat nehrinin kolay geçilen bir noktasında yer aldığından, tarihin en eski çağlarından bu yana çok önemli bir geçit yeri olmuş ve tarih boyunca ticaret açısından olduğu kadar, askeri bakımından da her zaman önemini korumuştur.



OCEANOS VE TETHYS MOZAİĞİ
 Antik çağlarda Akdeniz haricindeki dünyadaki bütün açık denizlerin tanrısı olan Oceanos , denizdeki dişi unsuru sembolize eden Tethys ile birlikte yaşar. Dünyadaki bütün ırmakların ve nehirlerin Oceanos ve Tethys'ten meydana geldiğine inanılır. Zeugma'dan çıkarılan ve villalardan birinin havuz tabanı olduğu tahmin edilen bu mozaikte de Oceanos ve Tethys deniz canlılarıyla çevrelenmiş olarak betimlenmiştir. Mozaikte ayrıca yunuslara binen veya balık tutan Eroslara da rastlanmaktadır.

BEREKET TANRISI DEMETER
Kare sığ bir havuz içinde buğday başakları ve çiçeklerle taçlandırılmış, sol omuzu üzerinde bereket boynuzu olan Toprak ve ürün tanrısı olan Demeter büstünün olduğu mozaik yer alır. Burada mozaik ustası önce suyu Fırat Nehir tanrılarının olduğu havuzdan geçirip sonra bolluk ve bereket tanrıçası Demeter’in olduğu havuza ileterek Fırat’ın çevresine sunduğu bolluk ve bereketi tasvir edip, ürün ve üretem denklemini kurmuştur. Ayrıca, Demeter büstü sırasıyla sekizgen kuşak, sekizgen dalga kuşağı, doksan derece döndürülerek iç içe geçirilen iki eşkenar dörtgen ve bu dörtgenlerin sekiz köşesi aralarında sekiz balta betimi bulunan bezeklerin merkezindedir. Sekiz sayısının geometrik bezeklerle verildiği bu kompozisyon köşeleri ışkın süren bitkisel bezekli kare içine yerleştirilen dairevi bir kuşakla çevrilir. Bu panodaki sekiz sayısı Demeter’in kızı Persophone ile ilişkili olmalıdır. Çünkü Zeus Persophone’nin yılın üçte ikisini (sekiz ay) yani çiçek açma ve meyve zamanını, annesi Demeter’in geri kalan üçte birini yani kışı da kocası Hades’in yanında geçirmesi kararlaştırmıştır. Demeter efsanesinde, Persephone’den ayrılmaz. Bu anne kıza “ilk tanrıça” da denir. Bu sebeplerle anne kız Belkıs/ Zeugma mozaiklerinde de birbirinden ayrılmamış olup, burada Persophone sekiz sayısı kuralına göre yerleştirilen geometrik bezeklerle temsil edilmiştir.




METİOKHOS VE PARTHENOPE MOZAİĞİ

Belkıs Zeugma antik kentinden 36 yıl önce kaçırılan mozaiğin, ABD`den getirilen 2 figürü, müzedeki parçasına monte edildi. Mozaiğin kaçırılan bölümünün nerede olduğu araştırılırken, hiç beklenmedik bir yerden gelen bilgi, dikkatleri ABD`nin Houston kentindeki Rice Üniversitesi Menil Collection’a çekti. Menil Collection’da sergilenen 2 mozaik parçasının Türkiye menşeli olabileceğini düşünen Kanadalı mozaik uzmanı Sheila Campbell, fotoğrafını çekerek Kültür Bakanlığı`na gönderdi ve bir aşk hikayesinin 2 kahramanı olan; "Metiokhos" ile "Parthenope"un yıllar süren ayrılığını sona erdirecek süreci başlattı. Menil Collection Müdürü Paul Wınker ve Davezac`ın, mozaiğin verilmesi için, “sizdeki parçayı bize verin, birleştirip restore edelim, bir süre sergiledikten sonra bütünüyle iade edelim” önerisi Türkiye tarafından kabul edilmedi ve dönüş süreci başladı. Bu arada, ABD`den getirilen mozaiklerin canlı renkleri ve temizliği, restorasyonun kalitesi ve tekniği açısından Türkiye’de kalan bölümünden belirgin farklılık göstermesi, dikkatleri çekiyor.
Metiokhos ile Parthenope'un efsanevi aşkına gelince: Aslen Phrygia'lı bir delikanlı olan Metiokhos, kendisi gibi Phrygia'lı Parthenope'a  ölümsüz bir aşk ile bağlanır. Fakat Parthenope, bakire kalmaya yemin etmiştir.  Parthenope da onu seviyordu, ama ettiği büyük yemini de bozmak istemiyordu. Bunun üzerine; saçlarını kesti ve kendini sürgün etti. Campania’ya gitti ve orada kendini Şarap Tanrısı Dionysos’a adadı.( İtalya’nın Napoli kenti grekçe Parthenope adını bu efsaneden almıştır). Ancak cismani aşka yüz çevirenleri Aphrodithe asla affetmezdi. Bu yüzden onu kuş vücutlu, kadın başlı deniz ifriti olarak tanımlanan Siren’e çevirdi.



MÜZE GİRİŞİNDE İNSANA SUDA BALIKLARLA YÜZÜYORMUŞ HİSSİ VEREN BİR PROJEKSİYON VAR
Yapılan kazı çalışmalarında A, B ve C olarak üç bölümde incelenen şehrin villaları ve çarşılarının bulunduğu A ve B bölümleri bugün Birecik Hidroelektrik Baraj gölü altında bulunmaktadır. Henüz kazı yapılmamış C bölümünde ileride bir açık hava müzesi oluşturulması planlanmaktadır. Antik şehir, Roma döneminden kalan mozaikleri ile dünyaca ünlüdür.
Zeugma kazılarından çıkarılan mozaikler Gaziantep Müzesi’nde sergilenmektedir.









Müthiş güzel bir müze, gördüğüm en güzel mozaik müzesi. Kesinlikle görülmeli. Hatta bir türk'ün bu müzeyi görmemiş olması kabul edilemez bir şey...Kesinkes görün ve ülkemizle gurur duyun.


Müzeden sonra "Gaziantep Kalesi"ne çıkıyoruz. Manzara harika. Girişten itibaren, Kurtuluş savaşına ilişkin kahramanlık sahneleri sunan heykeller var.







Gaziantep Kalesinin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hususunda kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte tarihi günümüzden 6000 yıl geçmişe, kalkolitik döneme kadar giden bir höyük üzerinde kurulduğu, M.S II-III yüzyıllarda ise kale ve çevresinde “Theban”isimli küçük bir kentin olduğu bilinmekte.







GAZİANTEP KALEDEN GÖRÜNÜŞ
M.S. II-IV. yüzyıllarda Kalenin, ilk olarak Roma döneminde bir gözetleme kulesi olarak yapıldığı ve zaman içerisinde genişletildiği yapılan arkeolojik kazılar neticesinde anlaşılmış. Bugünkü biçimini ise “Kaleler Mimarı” olarak adlandırılan Bizans İmparatoru Justinyanus döneminde M.S. VI. (M.S 527-565) yüzyılda almış.






 Kale çıkışında  yerel el sanatları ve çarşıları incelemeye başlıyoruz.

DÖVME USTASI ATA DEMİRER'İN ZAYIFI:))))


SOĞANLAR O KADAR YEŞİL VE BÜYÜK Kİ; AL YE BENİ DİYOR 
GAZİANTEP MERKEZ TAHTALI CAMİİ


YEMENİLER


Gaziantep'in çok renkli bakırcılar çarşısına giriyoruz. Bakırcılar Çarşısı, Gaziantep'in eski yerleşim bölgesinde olup, çevresinde eski hanlar (Kürkçü Hanı, Hasırcı Hanı, Tütün Hanı gibi...) ve diğer mesleklerle ilgili çarşılar da bulunmakta.




GAZİANTEP - TÜTÜN HAN'DA TÜRK KAHVESİ

FALLARIMIZA DA BAKILDI...





Tütün Han'da iyice dinlendikten sonra, kendimizi bakırcılar çarşısında buluyoruz.









Akşam yemeğine gidiyoruz. yemeklerin güzelliği, lezzetleri anlatılamaz. O kadar yiyoruz ki; neredeyse çatlayacağım.Sürekli bir şeyler getiriyorlar.





Yemekten sonra, Antep’in akşamını görmek için, eskilerin Ermeni Mahallesi dediği bugünün Bey mahallesine yürüyerek gidiyoruz. Antep’in en eski ve etkileyici sivil mimari eseri olan "Aldülkadir Kimya Evi"ni (günümüzde "Papirüs Cafe") ziyaret ediyoruz. 









KAPI SÜSLEMELERİ, DUVAR RESİMLERİ HARİKA
AYGÜL, MİHRİ, BEN, UĞUR
Abdulkadir Kimya Evi : 1856 yılında Ermeni sarraf Karanazar Nezaretyan tarafından Bey Mallesinde iki katlı olarak yaptırılan konak, dönemin İran Ticari Konsolosluğu olarak da hizmet vermiştir. Kurtuluş Savaşı’n sonra bölgeyi terk eden Ermenilerden sonra Antepli zengin bir aile bu konağı satın almıştır. Atatürk’ün Gaziantep’e geldiğinde bu evde konakladığı resmi olmasa da bilinmektedir. Odalarda kökboyası ile yapılmış süslemeler ve resimler mevcuttur. Adı cennet olan kubbeli büyük oda kilise olarak ta kullanılmıştır.
Bahçesi akşam çok güzel, gayet dingin bir havası var. Biz de oturup, türk kahvesi içiyoruz.


UĞUR'UN ANNESİ NERMİN TEYZE
Gaziantep sokaklarını dolaşarak otelimize dönüyoruz.




Akşam yemeğinden sonra, oteldeki eğlencelere katılarak, epey bir ter atıyoruz:)



21 Mayıs

Sabah kahvaltısından sonra, Gaziantep'in meşhur sedef kakma işlerinin yapıldığı bir atölye ve mağazaya gidiyoruz.











Muhteşem sedef kakmalara doyamadan, güzergahımızı "Medusa Cam Eserler Müzesi"ne çeviriyoruz.






VALLA UĞUR DAHA İYİ  ÖTÜYORDU:)

MİHRİ VE DERYA ESKİ OBJELERİ İNCELERKEN:)




CAM OBJELERİN YAPIMINI İZLEMEK ÇOK EĞLENCELİ
Amik Ovası’nı kuzeyden güneye geçerek, dinlerin ve dillerin kardeş gibi koyun koyuna yaşadığı, hoşgörünün ve farklı kimliklere saygının başkenti diye anılan Hatay ili merkezi "Antakya"ya doğru yol alıyoruz. Yolda, oyunlar, fıkralar, göbek atmalar yani şamatanın bini bir para. 


DERYA VE TÜLAY'A, EMİR VE BEN ALKIŞLAYARAK KATKIDA BULUNUYORUZ:)
Bu arada ben de boyun yastığımı kafama geçirerek, ortama uyum sağlamaya çalışıyorum.


Yastık yerine otobüsten birileri küçük bir kızın tacını veriyorlar. Ne de olsa bana daha çok yakışıyoorrrrrr:)))))))))))). Anlayacağınız iyice dağıtıyoruz.



Gaziantep Antakya arası 256 km. Antakya'ya bu benim ikinci gelişim olacak.  İlk gelişimde 5 gün kalmıştım. İktisattan 4 arkadaştık. Çok iyi gezmiştik. O yüzden çevreyi iyi tanıyorum. Antakya'ya vardığımızda, şöyle bir çevreyi dolaşıp, Hristiyanlar için hac merkezi konumunda bulunan, Vatikan tarafından da Dünyanın ilk kilisesi olarak kabul gören "St.Pierre Kilisesi"ni ziyaret ediyoruz. Adres: Kuruyer Mıntıkası Küçükdalyan Beldesi Antakya-Hatay. e-posta: hataystpierremuzesi@kultur.gov.tr


SAİNT-PİERRE KİLİSESİ





St.Pierre Kilisesi 1963 yılında Papa 6.Paul tarafından haç yeri olarak ilan edilmiş.



HATAY VE MİHRİ
SEVGİLİ REHBERİMİZ HÜSEYİN SERİN VE  YARDIMCISI ÜN. ÖĞRENCİSİ EMİR
Dünyanın 2.büyük Mozaik Müzesi olan Hatay Müzesi'ne gidiyoruz. Adres: Gündüz Cad. No:1 Antakya - HATAY. e-posta : hataymuzesi@kultur.gov.tr

Paleolitik Çağdan itibaren zamanımıza kadar her devrin çeşitli ve tarihi vesikalarını bünyesinde toplayan Hatay'da; ilk kez 1932 yıllarında bilimsel kazılara başlanmış. Çalışmalarda bulunan çok sayıdaki eserlerden dolayı, Fransız idaresinde bulunan Hatay'da görevli, Antikiteler müfettişi M.Prost'un isteğiyle Antakya'da bir müze kurulmasına karar verilmiş. Günün modern müzecilik anlayışına uygun olarak hazırlanan bir plana göre, 1934 yılında müzenin temeli atılmış. 1939 yılında inşaası bitirilmiş, 23 Temmuz 1948 yılında Hatay’ın Anavatana ilhakının 10. yıldönümünde ziyarete açılmış. 1974 yılında 2 salon daha ilave edilmiş, en son 2000 yılında bir lahit salonu ilave edilerek salon sayısı 8’e ulaşmış. Koleksiyonunda M.Ö. 8.binden Osmanlı sonuna kadar aralıksız olarak bütün kültür evrelerine ait eserler mevcut.

ANTAKYA LAHİTİ

Antakya Lahiti:
Hatay ili. Antakya ilçesi. 2. mıntıka 487 parsel sayılı taşınmazda yapılan bir temel hafriyatı sırasında bulunmuştur.5 gün süren bir çalışma ile lahit çıkartılarak müzeye getirilmiştir. Sidamara tipi (sütunlu) lahit için Hatay Arkeoloji Müzesi’nde özel salon yapılmıştır. Lahitin uzunluğu 2.47 m., genişliği 1.22 m.. yüksekliği 1.20 m.dir. Antakya Lahiti’nin M.S. 265-270 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu tarihlemeyi destekleyen önemli bir delil içinden çıkan Roma İmparatorlarından 2. Gordianus (M.S. 238) ile İmparator Gallienus ve karısı Salonina’nın (M.S. 253-268) altın sikkeleridir. Gallienus sikkes M.S. 260-270 yıllarında Roma’da basılmış olan, Lahtin tarihlenmesinde önemli delildir.








Antakya'yı benzersiz ve değerli kılan bugünkü 'mozaik' yapısı gibi; mozaik müzesinde de o kadar renkli bir atmosferle karşılaşıorsunuz ki şaşmmak elde değil. Hele de mozaiklerin isimlerini görünce kendini karnavalda gibi hissediyor insan: Mevsimler mozaiği, kuşlar, balıklar, meyveler, su perileri, hokkabazlar, nilüferler, ördekler, çiçekler, hayvanlar, nehir ilahları mozaikleri, uyanış, keklik, havuz başında tavuskuşu, maskeler, sevinç, işret, huzur, bahtiyar kambur, zenci balıkçı, sarhoş dionysos, güneş saati, kutlama ve yaz mevsimi mozaikleri. Ne kadar hoş değil mi? 


OKEANOS TETHYS MOZAİĞİ

Okeanos Tethys Mozaiği :
M.S. IV. yy. Harbiye'de bulunmuştur. Okeanos; deniz tanrısı olup Gaia'nın (Toprak ana) 12 Titan çocuklarından biri, Tethys; deniz tanrıçası, Okeanos'un kız kardeşi.
Yunanlıların dünya görüşüne göre, yeryüzü yuvarlak ve yassı bir diske benziyordu. Okeanos’ta bu diski çepeçevre saran aslında bir deniz değil, evrensel bir ırmak ve ırmakların babası olarak tasarlanır. Okeanos anaforlu, dalgalı bir su olarak düşünülür. Coğrafya bilgilerinin artmasıyla birlikte Okeanos büyük denizlere özellikle de Atlantik Okyanusu’na verilen isim olmuştur. Hesiodos’a göre Gaia’nın Uranos (Gök) ile birleşmesi sonucu, altısı kız altısı erkek Titanlar (Devler) oluşur. Okeanos, Titan olmasına karşın tanrı olaylarına karışmayarak dünyanın ucuna çekilip oraya yerleşmiştir. Hesiodos’un Theogonie’sinde Okeanos yine bir Titan olan denizin doğurgan gücünü simgeleyen Tethys ile evlenmiştir. Bu evlilikten sayısı 3000′i bulan bütün ırmaklar ve yine 3000 deniz kızı (Okeanos Kızları) doğmuştur. Bu kızlar dereleri ve su kaynaklarını temsil ediyorlardı. Bu deniz kızları arasında Styks, Asia, Metis, Dione, Filira tanrı ya da kahramanlarla birleşmişlerdir.
Okeanos ile Tethys tanrılardan uzak, kendilerine göre bir hayat sürerler.
HERAKLES'İN YILANLARI BOĞMASI 
Herakles’in Yılanları Boğması Mozaiği:
Bu eser Roma Dönemi’ne (MS. 2.YY) ait. Antakya’da bulunmuş bir taban döşemesi. Eni 85 cm, boyu 87 cm.  Beyaz zemine işlenmiş, çevresi ince bir çerçeveyle sınırlandırılmış. Gücüyle ün salmış Herakles henüz bir çocuktur ve pelerinlidir. İki boa yılanını (ki bizce, yılanların yapısından ve figürlerin yapıldığı yer dikkate alınırsa, kara yılan olma ihtimalleri daha yüksek) elleriyle sıkıp öldürmektedir.
BAHTİYAR KAMBUR MOZAİĞİ
Beyaz zemin üzerine yapılmış bir Roma dönemi, taban mozaiği.


Müze o kadar renkli ki, insan nereye bakacağını şaşırıyor. İkinci gidişim olmasına rağmen, tekrar gitmeyi isteyeceğim bir yer.


HATAY MOZAİK MÜZESİ BAHÇESİ

APOLLON VE DAPHNE MOZAİĞİ 

Apollon & Daphne Mozaiği:
M.S. III. yy. ortalarına ait olup Harbiye'de bulunmuştur Daphne' nin Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apollon'dan kaçışını anlatır.
Daphne ile Aşk-Işık Tanrısı Apollon'un Mitolojide geçen hikayesi:
Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin adı Daphne’dir. Apollon ondan hoşlanır ve konuşmak ister. Fakat Daphne, Apollon’un içinden geçenleri anlamıştır. Kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon kovalar. Apollon bir taraftan; “kaçma seni seviyorum” diye bağırır. Daphne ise Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiği için korkuya kapılır ve kaçmaya devam eder. Aralarındaki mesafe gittikçe kısalır ve bir an gelir ki Daphne, Apollon’un sıcak nefesini saçlarının arasında duyar. Artık kurtuluşunun kalmadığını anlayan Daphne, birden durur ve ayağı ile toprağı kazıyarak şöyle bağırır: -“Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru.” Bu içten yalvarış üzerine Daphne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını hisseder. Olgun göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir. Bu manzara karşısında şaşıran Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle seslenir:
“Daphne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana geçecek."
Bu tatlı sözler üzerine Daphne, dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar.
İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir ve Defne’nin gözyaşları bugün hala "Harbiye"de şelaleler halinde akmaktadır. 

Hatta yolunuz Harbiye'ye giderseniz, o güzel kokulu defne sabunlarından ve üzerinde, Apollon ve Dahne'nin resmedildiği pikelerden almayı unutmayın.



BAHÇEDEKİ BU MOZAİK ÇOK İLGİNÇ. NEREYE GİDERSENİZ GİDİN ADAMIN GÖZÜ SİZİ TAKİP EDİYOR.
Müze gezimizden sonra, Otelimiz gidip dinleniyoruz. Çünkü akşam yemeğinden  sonra Harbiye'ye gideceğiz.Yukarıda anlattığım gibi Apollon ve Daphne efsanesi ile ünlü. Buradan  defne sabunu, yağı, pike yanında,bol bol fular ve 
eşarp almanızı tavsiye ederim. Nefis model ve kumaşlarda fularlar var, özellikle benim gibi hastası olanlar, mutlaka kendilerine göre bir şeyler bulacaklardır. Bu gidişimde de tabiki, Mihri de bende bir sürüfular aldık. Fiyatları da gayet uygun. 5TL den başlıyor. Ayrıca çok güze peştamallar da bulabilirsiniz. 


Harbiye Şelalerinin o rahatlatan su sesleri arasında, biralarımızı, kahvelerimizi içiyoruz.
HATAY HARBİYE'DYİZ
NERMİN TEYZEYLE BAŞ BAŞA
MİHRİ VE DERYA HARBİYE'DE
HÜSEYİN, NERMİN TEYZE, BEN, MİHRİ, DERYA, MERVE SOHBETTEYİZ.

Aynı gün içinde, biz tabi ziyaret edemiyoruz ama sizin vaktiniz varsa; Habib-i Neccar Camii'ni, St. Simeon Manastırı'nı, birkaç Nusayri Alevi türbesini, Samandağ'daki Türkiye'nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı'yı, Titüs Tüneli’ni, şehrin dışındaki “Sokullu Külliyesi”ni ve Uzun Çarşıyı mutlaka ziyaret edin. Çarşıda meşhur Hatay künefesinden deneyin. Kurutulmuş domates alın, hem tadı istanbul’dakinde daha güzel, hem de yarı fiyatına. Özellikle baharatlar hem taze, hem ucuz. Yemek yemek için ise “Sveyka” Yahudi restoranını: Kurtuluş Caddesi No : 58 Antakya / HATAY ve “Anadolu Restaurant”ı : Hürriyet Cad. No:30/A Antakya /HATAY mutlaka ziyaret ederek, Hatay’ın o eşi benzeri bulunmaz mezelerinden tadın.

22 Mayıs


Sabah kahvaltısının ardından, Adana'ya doğru yöneliyoruz, Antakya adana arası; 191 km. Önce göl çevresinde bir gezinti yapıp fotoğraf çekiyoruz.




MİHRİ, BEN, AYGÜL HAYATIMIZIN DİREĞİNİ BULMUŞKEN:)





DERYA ÖRDEKLERİ İNCELERKEN:)



Sabancı Merkez Camii'ni ziyaret ediyoruz.


Sabancı Merkez Camii, Adana'nın Reşatbey semtinde, Merkez Park'ın güneyinde ve Seyhan Nehri'nin batı kıyısında yer alan cami. 1998 yılında hizmete açılmıştır. 32 metre çaplı ana kubbesi vardır.




Halkın bağışları ile caminin %50’si tamamlanmış, Geri kalan %50, Hacı Sabancı ve onun ölümünden sonra Sabancı ailesi tarafından karşılanmış. Bu nedenle başlangıçta, Merkez Camii olması düşünülen adı: “Sabancı Merkez Camii” halini almış.




















Adana'dan ayrılarak, İstanbul'a kadar kalan 939 kmlik yolumuzu tamamlamaya çalışacağız. Yolda molalar vererek devam ediyoruz.


MİHRİ, BEN, DERYA
Yolumuzu biraz değiştirerek, "Tuz Gölü"ne uğruyoruz. Orada bulunan çamurdan cilt bakım ürünleri bile yapmışlar.








DERYA VE REYHAN


Tekrar yola koyulma zamanı, uzuuun bir yolumuz var İstanbul'a kadar.








Gece 2 gibi ben Harbiye'deyim. Mihri'yi daha önce karşı tarafta bırakıyoruz. Derya ile ben yola devam ediyoruz. Nereden nereye? İnsanlar gerçekten kuş misali. Hatay Harbiye'den, İstanbul Harbiye'ye:) Sadece isim benzerliği. Bir seyahati daha bitirmenin verdiği hem hüzün, hem mutlulukla, baharatlarım ve kuru domateslerimle eve dönüyorum. 


Görüşmek üzere:))))))))))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler