4 Ekim 2010 Pazartesi

HİNDİSTAN
                                                


                                      23 Temmuz - 9 Ağustos 2010










                                                    


Rehberimiz, Hindistan uzmanı; Zafer Bozkaya (http://www.hindistangezi.com/) ile konuşup arkadaşlarım Ayla, Melek, Talin’i de benimle birlikte kuzey Hindistana gelmeye ikna ettiğim zaman gezimizin bu kadar ilginç olacağını zaten biliyordum:)

 


İstanbul
23 Temmuz; uçağımız Sabiha Gökçen’den 16:30 da kalkıyor. Grubumuzun geri kalanı, Zafer Bey, Şükrü ve Zekeriyya ile, İran üzerinden geldikleri için, Arap Emirlikleri’nde, Sharjah havalimanında buluşup, tanışıyoruz. İlk yediğimiz mercimek çorbası (dahl) ve çapati (hint gözlemesi) oluyor. Gayet güzel.

Mumbai
24 Temmuz sabahı yaklaşık 7 gibi Mumbai’de “Otel Cause Way”e yerleşiyoruz. 



İlk görüntüler beni şok etmeye yetiyor. Otelimiz dışarıdan tam bir batakhane görüntüsünde. Ama içerisi öyle değil Allahtan. Çok küçük ama temiz. Her ne kadar klimanın ayarı için dışarıdan adam çağırmak gerekse de. Talin ile aynı odada kalıyoruz.
MUMBAİ HAVA LİMANI
Havalimanından taksiye bindiğimizde muson yağmuru nedir? Nasıl olur sorularının cevabını alıyorum. Zaten benim bu dönemi seçmemdeki maksat hem okulların kapalı olması, hem de muson mevsimini yaşamak. Taksinin arkasında yer olmadığı için şoför bavulları arabanın üstüne bağlıyor, bu yüzden de tüm bavulun içindekiler çıkardığımda sırıl sıklam. Allahtan fotoğraf makinemin hafıza kartlarını naylon içerisine koymuşum:)
Otelin önüne geldiğimizde hepimiz bir şok yaşıyoruz. Çünkü sağ sol her taraf yerlerde yatan insanlarla dolu. Oradaki işportacılar meğerse tezgahlarının yanı başında yatıyorlar. 
                                                                                                                            
LEOPOLD CAFE
Aileleriyle tabi. İlk akılda kalacak acı görüntümüz bu oluyor. Kahvaltımızı Otelin hemen altındaki, 1871’den beri hizmet veren, nostaljik “Leopold Café” de yapıyoruz. Bu arada kafe sahibi tütsülerle dükkanını kutsamakta. Bolluk ve verimlilik için. Duvarlarda; bir tarafta Zerdüşt sembolleri, diğer tarafta kutsal köşede bir Baba resmi asılı. Kahvaltı süper. Leopold Café’nin club sandwich i meşhur yanında "mosambi juice" (değişik bir tür portakalın suyu) ve tabi çay içiyoruz. Zaten ondan sonra da sade çay bulmak çok zor oluyor. Çünkü çaylar hep sütlü. Eh bu da İngilizlerden kalma. Zaten bana göre, İngilizler Hindistan’a sütlü çay ve geniş demiryolları ağlarından başka da bir şey bırakmamışlar. Dışarıda öyle bir yağmur yağıyor ki başımızı çıkarmak mümkün değil. Hemen birer şemsiye ediniyoruz. Yağmurluklarımızı giyip kendimizi Mumbai sokaklarına bırakıyoruz.
Yağmur ve rüzgarın şiddeti yüzünden “Elephanta Adası”na gidemeyince, ilk olarak sahilde yer alan, “Gateway of İndia"yı ziyaret ediyoruz.



Tabi adeta yüzerek:) Hindistan Kapısı Colaba Bölgesi'nin tam ortasında, Hint Okyanusu'na karşı kapı şeklinde duran bu anıt-bina 1911 yılında Kral George V ve Kraliçe Mary'nin Hindistan ziyareti sebebiyle yapılmış. Hindistan'a gemileriyle gelen kral ve kraliçe ülkeye buradan adım atmış. Ayrıca 1947 yılında da İngiliz askerleri Hint topraklarını bu kapıdan çıkarak terk etmiş. Elimizde şemsiyeler üzerimizde yağmurluklar bu halde bizimle resim çektirmek isteyen Hintliler. Halimiz bayağı komik. Çok eğleniyoruz. Ama biz de burayı terk etmek zorundayız. Yoksa okyanusa doğru sürükleneceğiz:) Günün her saatinde ziyaretçi kalabalığı olan bu bölge tam Taj Mahal Palace'ın karşısında yer alıyor. Hemen bu muhteşem otele sırılsıklam bir şekilde kapağı atıyoruz. 

İçerisi İngilizlere yakışır şekilde, gayet lüks ve debdebeli. Çayları nefis. Kalkmadan evvel epey dinleniyoruz.







MUSONDA MUMBAİ SOKAKLARI



Sıcak ve nefis çaylarımızla biraz ısındıktan ve de kuruduktan sonra ki ilk durağımız; “Sky Theather (Planetarium)”.



İçeride özel bir salon var, geriye doğru kaykılan sandalyeler sayesinde kendinizi gök yüzünde gibi hissederken bir taraftan da hafifçe kestirebiliyorsunuz.

Resim ve video çekmek yasak. Bahçede ki füzeyi ise Hintlilerin uzaya gönderdiğini duyunca kulaklarıma inanamıyorum:)

Planetarium’un tam karşısında silindirik bir yapı olan “Nehru Centre” ise Gandhi ‘nin anılarıyla dolu. Görülesi bir müze.
NEHRU CENTER







 Müzede, gözlerime inanamadım. Hindistan'ın, İngiliz hakimiyetinden kalma çok acı bir hatırası: "KÖPEKLER VE HİNTLİLER GİREMEZ". 
KÖPEKLER VE HİNTLİLER GİREMEZ
Gandhi'ye bir kez daha "pasif direnişinde dolayı saygı duyuyorum. Onun bedeni yok olmuş olsa da bu kadar büyük bir insanın resmi iLe bile fotoğraf çektirmek benim için bir şereftir. "RAHAT UYU GANDHİ".
GANDHİ'YE SAYGI
Akşam yemeğinden evvel şöyle bir pan çiğnemeye karar veriyorum. Pan da nedir demeyin!
TÜKÜRÜLMÜŞ PAN
Hindistan’da tüm duvarlarda sanki kan tükürülmüş gibi izler var. İşte bunlar bu pan çiğneyenler tarafından oluşturuluyor.
PAN
Trenlerde kontrolör bile ağzında pan çiğniyor. Ancak onunla katlanabiliyorlar bu kadar zor hayat şartlarına diye düşünüyorum. Neyse gene pana dönecek olursak, genişçe bir yaprak içerisine bohçalanmış bir sürü şey.



Yeşil minik bir paket gibi. Benim ağzıma pudra şekeri, gül suyu, tütün, kuru yemiş, yeşillik ve baharat tadı veren bir şeyler geldi. Benimkinde afyon var mıydı bilmiyorum ama içinde afyon olmasa bile kafa yapıcı etkisi olduğu kesin. Ağızda epey bir çiğnendikten sonra kafa yapıyor herhalde ki, ben tadına dayanamayıp tükürdüğüm için ben de hiçbir etki yaratmadı ..mide bulantısından başka:) Ama oralara kadar gidip de pan denememek olmazdı yani:)
Akşam yemeğimizi “Delhi Durbar Restaurant” da yedik. Ama cacıkda, ayranda bile kakule, anason ve bilumum baharatlar olunca kokusu ve tadı pek de iyi gelmiyor:(. Bu yemekten pek de memnun ayrıldığımızı söyleyemem.

25 Temmuz sabahı gene müthiş bir yağmurla uyanıyoruz. Ortalığı sel götürüyor. 



Talin’in spor ayakkabıları o kadar ıslanmış ki oracıkta bırakıyor:( Gene “Leopold Café” de kahvaltı ettikten sonra, Mumbai çamaşırhaneleri “Dobi Ghat" ı görmek üzere yola çıkıyoruz.


Bindiğimiz ilk banliyö treni de 1950 lerden kalmış gibi, eski püskü ve her tarafa el ilanları yapıştırılmış. ”Dobi Ghat “ tren istasyonuna yakın, kocaman bir araziyi kaplayan çamaşırhaneler. İşte geldik. Burası aynı zamanda orada yatıp kalkan yüzlerce insanın ekmek kapısı.

SOKAK BERBERİ


Bir tarafta iplere asılı çamaşırlar. Otel , hastane çamaşırları, bir tarafta yıkanmış export malı gömlekler, köpekler, yatanlar, yıkananlar, çamaşır yıkayanlar, her şey iç içe geçmiş birbirinden ayırmak mümkün değil. 

Kahverengi sabunu elime alıp ben de biraz çamaşır yıkamayı deniyorum. Zor iş valla, iyi ki çamaşır makinesi icat edilmiş.

Yahu bu kadar çamaşır arasında nasıl karıştırmadan işi hallediyorlar bir türlü anlayamadım.










Oradan sonra yolumuz varoşlara düşüyor. Oradaki görüntüleri de tam olarak yansıtmak imkansız.

Her şey bize o kadar ilginç geliyor ki, bir yerden bir yere atlayarak belgesel seyreder gibi etrafı seyredip, fotoğraflar çekiyoruz.



Halk çok sıcak kanlı sizinle resim çektirmek isteyen de var istemeyen de. Her yerde bir eskimişlik ve eskitilmişlik duygusu hakim ama onlar buna alışmış günlük hayatlarını bu döküntüler arasında geçirmekten memnunmuş gibi görünüyorlar.
Herkes evlerin önünde, kimi oturuyor kimi konuşuyor, kimi dış fırçalıyor, yanda birinin saçı kesiliyor, öbürü dikiş dikiyor. Hayat devam ediyor.









Oranın sefaletinden yavaş yavaş uzaklaşırken bir Shiva tapınağı görüyoruz. Biliyorsunuz Shiva Hint tanrılarından biri, her ne kadar yok etmeyi temsil etse de, olumlu bir güç olarak görülür (Kötülüğün Yok Edicisi).


Orada da ibadet edenlerin birkaç resimini çektikten sonra, “Lakshmi” yani bolluk, para tanrıçasının tapınağına geliyoruz. Tapınağa girmeden evvel, “masala dosa” yemeğe çalışıyoruz.
VALLA KAŞIĞIM KENDİMİN

Masala Dosa, bir tür gözleme ama içinde çiğ çiğ soğanlar ve de baharat dolu olduğu için çoğumuz yiyemiyoruz. Onları orda bırakıp tapınağa giriyoruz.















İşte burada kabuslarım gerçek oluyor. İçeri girmeden evvel biz de tapınak önünü dolduran çiçekçilerden birer yasemin bilezik alıp kollarımıza takıyoruz. Hava yağmurlu, her yer ıslak fakat tapınağa ayakkabı ile girmek yasak.

Neyse ki akıl edip de yanıma aldığım ve de kızlara da aldırdığım galoşlardan giyerek içeri giriyoruz. Fakat bir müddet sonra ayaklarımda ki ıslaklıktan galoşların da bir işe yaramadığını anlıyorum. Tapınak müthiş. O inanan insanları görmek insanı çok etkiliyor. Neyse, ayaklarım ıslak fakat mutlaka tuvalete gitmem gerek. Eyvah, yandım ben diyerek o ıslak tuvalet merdivenlerinden tiksinerek tuvalete girdiğimde çok şaşırıyorum. Çünkü yüzleri duvara popoları bana dönük insanlar hiç istiflerini bozmadan tuvaletlerini yapıyorlar, ben se ıslak, vıcık vıcık ayaklarımla aynen tornistan yukarı çıkıyorum. Çoraplarımı attıktan sonra doğru bir restoran tuvaletine. En azından burada, yalnız olarak, tuvalete girebileceğim:)


ŞEKER KAMIŞI SUYU...TADI İNANILMAZ GÜZEL


Oradan Mumbai haline gidiyoruz. Gene ürkütücü ve sefalet dolu manzaralar. 



Hava çok sıcak ve nemli. Halde çalışanlar, hamallar; yerlerde, küçük aralıklarda yatıyorlar bu sıcakta biraz şanslı olanların kulübesinde yada karton evinde diyeceğim vantilatör var. Diğerleri ise baygın. Bugün Pazar. Çoğu sebze ve meyveci kapalı. Meydan gibi bir yerde ananas ve karpuz yiyoruz. Ama tam karşımızda çöpten oluşan binlerce sineğin kaynadığı bir dağ var. Kargalar ve köpekler bu atıklardan kendi rızıklarını çıkarmaya çalışıyorlar. Her an acaba buradan bir şey bulaşır mı diye düşünmemek elde değil, yerlerde kirli su birikintileri, sinekler…ve sinekler!!!!!
NE ÇEKMİŞLERSE ARTIK
EVLERİ SOKAKLAR...
Kolumuza girip bizi zorla açık olan çok az sayıdaki dükkandan biri olan dükkanına götüren amcadan, biraz da yaşına hürmeten, curry ve portakallı darjeling çayı alıyoruz. Yürüyerek sahile çıkıyoruz.



Sahil görüntüsü çok güzel gayet şık, lüks binalar yanında sanki yaşlılığını gizlemek istemeyen simsiyah asık suratlı binalar var.
MUMBAİ SOKAKLARI

MUMBAİ SAHİL
Tam o sırada hava birden bire kararıyor. Herkesle birlikte bir geçit altına sığınmasak herhalde iliklerimize kadar ıslanmamız içten bile değil. Neyse ki çabuk geçiyor, pazar olduğu için sahil çok kalabalık, bir sürü genç sokaklarda. Epey bir yürüdükten sonra sokak ortasında bir topluluk gözümüze çarpıyor. Çarpmaması mümkün değil geniş kaldırımın hemen hemen tümünü işgal etmişler. Bir hayır sever yemek dağıtıyor, mısır ve acılı hamur işi, her isteyen alabiliyor, tabi biz de alıyoruz. Hem böylelikle akşam yemeğini de bedavaya getirmiş oluyoruz:). İşte maalesef kapitalist düşünce. Tanrıları kabul etsin:) Bu arada yemeği dağıtan adam orada bulunan rahibin beni kutsaması için çok ısrar ediyor ama, o sıraya girmeyi gözüm yemediği için kutsanma işlerini sonraya bırakıyorum:) Zaten daha sonraları önüne gelen kutsadığı için yurda adeta bir saflık abidesi olarak dönüyorum:)

Otele bıraktığımız eşyaları alıp meşhur Victoria Tren istasyonuna doğru yola çıkıyoruz.
VİCTORİA TREN İSTASYONU MUMBAİ
Trenimiz akşam 8:30 da kalkıyor. Tren istasyonları Hindistan da ayrı bir alem. Herkes her şey yerlerde, yemek yiyeni, uyuyanı, dilencisi, tinercisi hepsi iç içe. 
MUMBAİ TREN İSTASYONU
Binlerce insan. İçeri girip de bizim konpartmanı görünce hafif çapta fenalık geçiriyorum ama kendimi terbiye etmem lazım zira burada yatmak zorundayım. Belli ki dar alanda kısa paslaşmalar yapacağız:). 1.90 a 1.50 gibi bir alanda 6 kişi yatacağız. Ben sıkılırsam kalkabileyim diye en altı seçiyorum. Üstüm de Melek, onun üzerinde Zafer Bey, karşımda Talin, üzerinde Ayla, onun üzerinde ZekeriYya. Şükrü ise en şanslımız tam karşımızda yatay olarak yatacak, onun üzerinde tek kişi yatacağı için alanı daha geniş. Tüm yalvarmalarıma rağmen onu kandırıp yataklarımızı değiştiremiyorum. Eh ne yapalım kader artık deyip yerlerimize yerleşiyoruz. Allahdan uyku tulumu götürmüşüm, direk içine giriyorum, tabi kendi yastık kılıfımı da takarak… Gerçi trende her türlü teçhizat veriliyor. Ama tavsiye etmem :)
Rehberimizin söylemi yanında, trende içki yasağı olduğunu şöyle anlıyoruz: Meleğin diş fırçalamak için yanına alıp lavabo başına geçtiği su matarasında içki var sanıp, görevliler içki mi?diye soruyorlar ve içmesini istiyorlar:) İçmesini istemeleri komik değil mi?
Trende içki yasağı olmasına rağmen, konpartmanımızın perdelerini örtüp, free shop’tan aldığımız viskilerimizi çıkartıp, çerez eşliğinde içiyoruz. Çok da güzel oluyor. Sanki sessiz parti veriyoruz. Yasak olan her şeyin zevkli olduğu kesin. Acaip eğleniyoruz. Özellikle de adaptasyon güçlüğü çekmemek ve de çabuk uyumak açısından iyi oluyor. Şişeleri görünmeden çöpe atmak bana kalıyor.
Eveet tuvalete gelince. Biz hep alkolsüz ıslak mendil kullandık. Aman alkolsüz olmasına dikkat edin:) Tuvalet alaturka ve madeni. Kocaman bir deliğe sahip, hatta arkadaşlar benimle neyse ki sen delikten düşüp gitmemişsin diye dalga geçiyorlar.
TRENLERİN TUVALETİ
Delikten biraz dikkatli baktığımda, tren raylarını görebiliyorum. Yani yapılanlar hoooppp direk raylara:))))toplamaya ne luzum var?????tabi bu da tren istasyonunda raylar arasında cirit atan lağım farelerini gayet iyi açıklıyor.
HİNDİSTANDA RAYLAR:)

TUVALETE GEREK GÖRMEYEN HİNTLİ İSE RAYLAR ARASINDA İŞİNİ HALLEDİYOR:)

Trenle seyahat ederseniz kafa lambası almayı unutmayın çünkü kitap okumak için şart. 
GECE TREN KORİDORU
Trende klima olduğu için sıcak problemi yok hatta soğuk problemi bile var:)

Agra
26 Temmuz sabahı, komik bir şekilde sabahı sabah ettikten sonra, saat 5:45 de şu sesle irkildim. Çayiii, çayiiii. Ama maalesef çay sütlü gene de mecburiyetten aç kalmamak için içiyoruz. Yanımızda bulunan ufak tefek şeyleri de katık ederek. Kodrik. de cabası eğer istiyorsanız “cold drink”de var yani soğuk içecek. Trende mutlaka yanınıza, bisküvi ve çerez türü şeyler almakta fayda var.
Akşam 17:30 gibi Agra’ya varıyoruz. En uzun tren yolculuğumuz olan 1357 km.yi başarıyla tamamlıyoruz:))) Trenden indiğimizde, Zafer Beyin; Guru (üstad, efendi) olduğunu söylediği beyaz giyimli birisi ve etrafındaki müritleri ile karşılaşıyoruz.
GURU VE ZAFER BEY:)
Ayağına dokunarak saygı gösterdikten sonra dağıtılan samosalardan yiyoruz, muska böreği gibi bir şey. Fakat böreğe konan binbir sineğin yanında, peronda; sidik ve baharat karışımı bir koku hakim. Sıcaksa dayanılır gibi değil. Fakat acele etmeliyiz, istasyonda şoförümüz Reis bizi bekliyor. İlk rikşalarla burada karşılaşıyoruz.

Ayla’nın valizinin tekerleği kopuyor:) ikimiz geri dönüp, bir müddet el feneriyle arıyoruz fakat nafile, tamirci bulmamız lazım!!!
Agra’da “Tourist Rest House” da kalıyoruz. Hava çok sıcak ve bunaltıcı. Sürekli terliyorum. Boyna fular takmak o açıdan faydalı çünkü kağıt mendil falan yetersiz kalıyor. Eşyaları otele bırakıp duş aldıktan sonra, rikşalarla, Pizza Hut a gidiyoruz. Aman Allahım rikşayı öyle hızlı, o kadar hoyrat kullanıyorlar ki anlatamam. Bunun yanı sıra her yönden araba geliyor??? İnsan trafik manyağı oluyor. Hele kornalar. Bizi en çok şaşırtan konulardan biri de kornalar oluyor. O kadar yerli yersiz basıyorlar ki, inanılır gibi değil. Sürekli bir gürültü var. İnsan sersem oluyor. Neyse ki Pizza Hut, gerek garsonlarının gösterileri, gerekse bira ve yemekleriyle bizi epey rahatlatıyor.
PİZZA HUT - AGRA
Hatta çıkarken yemekleri beğendiyseniz siz de kapıda asılı çanı çalıp öyle çıkıyorsunuz. Mutlu, mutlu otelimize dönüp yatıyoruz:) Odada bu gece Melek’leyiz. Odalarda hem klima hem de pervane var. O kadar sıcak ki ikisini de çalıştırıyoruz.





































27 Temmuz sabahı 9 da "Tac Mahal"e gitmek üzere yola koyuluyoruz. Tac Mahal ile karşılaştığımda sanki tüm hayallerim gerçek olmuş gibi bir hisse kapılıyorum.






Şah Cihan’ın, 14. çocuğunu doğururken ölen, sevgili karısı, Mümtaz Mahal’e aşkının göstergesi olarak yaptırdığı anıt mezar. Gerçek aşkın somut kanıtı. Müthiş bir havası var. 



Sanki büyülü 1001 gece masallarından fırlamış gibi. Hep birlikte içeriyi gezip çıkıyoruz.
Arka taraftan Yamuna Nehri akıyor. Şahane !!!!
YAMUNA NEHRİ



TALİN,AYLA,BEN HALKLA BÜTÜNLEŞİRKEN:)
Çıkışta bir cenaze alayıyla karşılaşıyoruz, ölüyü yakmaya götürüyorlar.

Oradan başka bir dünya harikasına gidiyoruz. ”Agra Fort”. Agra Kalesi Moğol imparatoru Akbar tarafından 1565 de başlanan ama oğlu Şah Cihan tarafından tamamlanan bir kale.









Daha sonra Şah Cihan, oğlu Alemgir tarafından buraya kapatılarak son günlerini burada Tac Mahal’i uzaktan seyrederek geçiriyor.















Ne kadar dokunaklı bir hikayesi var değil mi? Gerçekten görülmeye değer. İnsan bu tarihi dünya miraslarını gezip gördükçe Hindistan’ın büyüsünü anlamaya başlıyor doğrusu.

                                                                                                                                                           Aynı gün içerisinde gördüğümüz harikaların üçüncüsü Agra’ya 40 km uzaklıkta, Moğollara baş şehirlik yapmış, fakat daha sonra susuzluk nedeniyle terk edilmiş şehir “Fetihpur Sikri”ye gidiyoruz.




Moğol İmparatoru Celaleddin Muhammed Akbar ve Hindu Rajput prensesi Jodhaa.












İki krallığın ittifakı için yapılan zorlama bir evlilikten doğan gerçek bir aşk! İşte TV’de bile oynayan bu filmin kahramanlarına sahne olan mekan. 
Akbar’ın sarayını geziyoruz. Hindu, Hıristiyan ve Müslüman eşleri için yaptırdığı bölümleri ve haremini görüyoruz.




Hatta Akbar’ın çok sevdiği, ölen fili içi bile yaptırdığı bir anıt var. Gerçekten müthiş!










Bu gizemli şehir, Hindistan da benim en beğendiğim yerlerden biri oldu doğrusu. 

MERMERLER DANTEL GİBİ İŞLENMİŞ



Çok egzotik bir havası var. Tabi bizde orda fotoğraf çektirirken bayağı bir egzotik havalara girdik doğrusu:)




Tren istasyonuna vardığımızda artık yeni bir şehre gitmeye hazırız. Fakat, o da ne iki saat rötar:( Eh artık ne yapalım biz de, zamanımızı orada değişik buldukları için devamlı bizi seyreden tinercilerle geçiriyor, hem onları eğlendirip hem de kendimiz eğleniyoruz.
TREN İSTASYONUNDA ÇOĞU KİŞİ YERLERDE
ZEKERİYYA TİNERCİLERE ÇEKTİĞİ FOTOĞRAFLARINI GÖSTERİYOR...


İŞTE HİNT FAKİRİ, BİR ÇIKIN VE SEFER TASINDAN BAŞKA BİR ŞEYİ YOK...
O arada rehberimizden ilginç bir şey öğreniyoruz: tiner almasınlar diye satın alıp kendilerine verdiğimiz bisküvileri meğerse paketiyle geri satıp gene tiner alıyorlarmış. Ne alırsan paketi açıp da vermek gerekirmiş. Zaten Hindistan’da her an bir şey öğreniyor insan.

Agra’dan "Delhi"ye gene cümbür cemaat geceyi trende geçirerek geliyoruz. Bu sefer ki güzergahımız 195 kilometre. Otele vardığımızda acaba sokakta bomba mı patlamış diye birbirimize sormadan edemiyoruz.

2011 Olimpiyatlarına hazırlık yaptıkları için tüm yollar elden geçiriliyor. Otelimiz “Yes Please”… odamıza varabildiğimizde gece 1 falan. Şöyle bir bavullarımızı açtıktan sonra devriliyoruz. Fakat saat 3 gibi, o gece ki oda arkadaşım Ayla’nın canhıraş çığlığıyla uyanıyorum. Böcekleeeeeer!!!…nerdeeee???? Işığı açtığımızda Aylanın yatağında ki ve benim ayak ucumda ki misafirlerle karşılaşıyoruz:) Bilmem kimlerin kanlarını emmiş şişman tahta kuruları:) Hemen gece vakti odamızı değiştirip uyumaya devam ediyoruz. inşallah bu odada yoktur:(

Delhi
28 Temmuz sabahı ilk iş sabah 9.30 da otelin karşısındaki kafede kahvaltı ediyoruz. Bugün acaip sıcak ve nem var, şapka , şemsiye yollara düşüyoruz. 

“Hindistan Kapısı - İndia Gate”i görmeye gidiyoruz. Kocaman bir kapı, görseniz de olur görmeseniz de.

Ordan doğğğru Babür hükümdarı, “Hümayun’un Türbesi” ”Humayun Tomb”. 






Tac Mahal’in küçüğü. Çok etkileyici. Tac Mahal buradan esinlenerek inşa edilmiş.
Buradan sonraki güzergahımız “Lotus Temple”, bir Bahai tapınağı, Lotus çiçeği şeklinde tamamen mermerden, bembeyaz mimarisi ile ilginç bir yapı. Burada her dinden insan sessiz olmak şartıyla ibadet ediyor.






TALİN, AYLA, BEN DELHİ'DE RİKŞADA
Dışarının bunaltıcı sıcağından sonra buranın dinginligi bizi kendimize getiriyor. Yeryüzünde ne kadar değişik inanışlar olduğunu düşünüyoruz.




Önemli olan hepsinin barış içinde varlıklarını sürdürebilmeleri değil mi? Bu durum tüm dünyaya örnek olmalı.
Çıkışta büyük bir mağazaya gidiyoruz. Ben 100 $’a bir Hint giysisi satın alıyorum. Yeşil şile bezi, önü Hint desenli, allı, pullu, kollu bir elbise. Altına fuşya bir şalvar ve de fuşya bir şal.

Aaa tabi bunları alırken “sari” de deniyoruz. Bu arada 3. gözümüz açılıyor ve iki kaşımızın arasına bindilerimizi yapıştırıyoruz.

Daha sonra bir kültür kompleksinde Hint müziği dinlemeye gidiyoruz.

Elbisem içinde o kadar mutluyum ki, acaba burada mı doğmuş olsaydım diye düşünüyorum:)

Burada dinlediğimiz ilginç müzik bizi çok acıktırıyor ve soluğu bir güney Hint restoranında alıyoruz “Saravana Bhavan”. Dışarıda kuyruk var. Biraz bekledikten sonra sıra bize geliyor. Dosa ve ayranlarımız yanında, bir sürü tatlının da tadına bakıyoruz. Hepsinde aynı koku….:( Dondurma daha iyi:) Otele gitmeden evvel bir internet kafeye uğruyoruz.Çok ilginç Hintliler’de sigara içki alışkanlığı yok. Melek yorgun olduğu için odaya gidiyor Ayla, Talin bizim odaya aldığımız biraları içmeye gidiyoruz. Benim midem baharatlardan altüst olduğu için, benim biramı da Ayla içiyor:( Hayret hasta mıyım ne?

29 Temmuz sabahı gene Otelin karşısındaki “tertemiz”:) kafede kahvaltı ediyoruz. Aramızda motoru bozanlar var:) bol su ve gıdaya dikkat. Bu arada, Hindistan’da buz kullanmayın çünkü çoğu musluk suyundan. Ayla’nın bavulunun kopan ayağını yaptırdıktan sonra, meşhur, kırmızı kum taşından yapılmış olan, “Red Fort" "Kızıl Kale” ye gidiyoruz. 

Şah Cihan tarafından 1648 de yaptırılan bu kale kırmızı duvarlarıyla ünlenmiş. Giriş Lahore kapısından. İçeriye girdiğimiz an kendimizi alış verişe kaptırıyoruz. O kadar çok çeşit çanta var ki, insan hangisini alacağını şaşırıyor. Bez çantaların fiyatları yaklaşık 150 rupi yani 5-6 TL gibi. Bu arada 100 rupiyi 3 TL’den hesaplıyoruz. Taşlı ve pulluların fiyatları yüksek. Ama Red Fort’dan mutlaka çanta alınmalı.
Red Fort’dan çıkıp caddenin diğer tarafındaki bir Jain tapınağına gidiyoruz. Jain rahipleri biz o anda orada göremesek de, tamamen çıplak dolaşıyorlar. Rahip olup kendilerini kanıtlamak için de vücutlarındaki tüm tüyleri yoluyorlar. Doğadaki her canlıyı kutsal sayıp zarar vermemeye çalışıyorlar. Hatta bu konuyu iyice abartmışlar. 
MELEK'LE JAİN OLDUK:) NE YAPALIM:)
Ellerinde tavus kuşu tüyünden bir yelpazeyle, oturmadan evvel oturacakları yerde var olabilecek hayvancık ve mikro organizmaları süpürüyorlar. Bazen de tüm dünyevi zevklerden uzak yaşamalarına rağmen oluşabilecek ereksiyona karşı vücutlarının ön taraflarını kapatmak için kullanıyorlarmışşşş..mış çünkü biz ancak resimlerini görebildik. Jain tapınaklarına yalın ayak giriliyor biz götürdüğümüz galoşları giydik. Ayrıca bu tapınaklara; kemer, cüzdan dahil deri ve deri mamulleri ile giriş yasak. Bu tapınak 16. yüzyıldan kalma, bahçesinde bir kuş hastanesi var. Çok şirin.
İçinde her şey bulunan büyük bir alış veriş yerine gidiyoruz. Oradan yünden horoz işlemeli 300 rupi yani 9TL ye bir yastık alıyorum. Oradan Mc Donalds’a yemeğe gidiyoruz. Daha sonra da 758 km yol alıp Varanasi’ye varmak üzere tren istasyonuna gidiyoruz.

Varanasi
Geceyi trende geçirdikten sonra, 30 Temmuz'da, işte "Varanasi"deyiz. Yanımıza önemli eşyalarımızı sırt çantamıza aldıktan sonra bavullarımızı emanet bırakıp, ikişerli olarak, birer rikşaya atlıyoruz. 



Sokaklar o kadar kalabalık ve gürültülü ki, cadde kenarında domalmış tuvaletlerini yapanları gördüğümüzde attığımız kahkahalar, trafik gürültüsünde kayboluyor. Bir noktaya kadar geldikten sonra rikşalardan iniyoruz.


HER YERDE VARLAR....
SOKAKLAR TAM BİR RENK CÜMBÜŞÜ....
SOKAKTAN SÜT İÇMEDİM TABİİ:)))
SANA DA SELAM "SADHU"...BELKİ SEN DAHA MUTLUSUNDUR...
Sokaklar o kadar ilginç ki, her şey bir arada, süt satan dükkanlar, bakkallar, giysi ve takı mağazaları, yol kenarında yatan Hint fakirleri, enteresan dilenciler. 
Ama bunlara rahat bakamıyorsunuz çünkü üzerlerine basmamak için, Zafer Bey’in deyimiyle yerdeki “mayınları” kontrol etmek zorundasınız, zira Varanasi de sokakların gerçek sahipleri inekler…:) Labirentler bitip de, Otelimiz “Alka”ya ulaştığımızda, gerçekten muhteşem bir manzara ile karşılaşıyoruz.
GANJ VE VARANASİ İLE KARŞILAŞINCA ÖÖÖYLE KALDIM......:)
BENİM ADIM "GİTA" OLDU...TANRILARIN ŞARKISI....

GANJ…..GANGA………
OOOOOHHH ONDAN RAHATI, MUTLUSU YOK!!!

EEEE NE YAPACAKSIN SOKAKLAR ONLARIN:)
Sağımda ve solumda uzanan kahverengi nehrin kıyıları, merdivenler yani gatlarla yukarı doğru yükseliyor. Nehir kahverengi çünkü su çamurlu, muson mevsimindeyiz. 




Tam aşağımızda bir adam tezek kurutuyor. Fakirlik ve sefaletin elle tutulur, gözle görülür hali.





Gatlar, “Neelkantha Festivali” nedeniyle yüzlerce “Bam Bam Bole”ci ile dolu. Yaşları 15-30 arasında değişen genç erkekler. Yer gök turuncu. Boyunlarında eskiden bizim yoğurtçuların yoğurt satmak için iki tarafında yoğurt kaselerinin asılı olduğu sopalara benzer sopalar var. 


ŞİVAYA SAYGI GÖSTERİSİ YERLERDE SÜRÜNÜYORLAR
Bu gençlerin görevi; inanışa göre zamanında tüm Ganj’ın zehirli suyunu içerek köylülere derman olan, ama kendisi yanmaktan kurtulamayan Shivayı yanmaktan kurtarmak, ateşini söndürmek için ona su taşımak. Her yer onlarla dolu. İnşallah söndürürler:) Hindu dininde, en üstün gücü sembolize eden, her şeye gücü yeten ve her zaman var olan yüce Tanrı; Brahma. Brahma’nın üç fiziksel ifadesi var. Bu ifadelere göre; Brahma - yaratıcı, Vişnu - koruyucu ve Şiva - yok edici ve yeniden yaratıcı.

VARANASİ GATLARINDA BİR "SADHU"
Bu arada, herhalde Hindistan’da gördüğüm en ilginç görüntülerden biri diyebileceğim bir “sadhu” görüyoruz. Adam iplerle duvara asılı duran bir tablanın üzerine yarı tünemiş şekilde duruyor. Sadhu (halk dilinde baba ya da babaji); kendini dünya nimetlerinden çekmiş ya da yoga yapan (yogi) kişiler için kullanılan bir terim. Bu kişiler hayatın ilk üç Hindu amacının peşinden koşmaya boş vermiş: kama (eğlence), artha (pratik amaçlar) ve dharma (görev). Sadhular kendilerini sadece, meditasyon yoluyla özgürlüğe erişmeye ve tanrıyı düşünmeye adamış. Vazgeçişi sembolize eden okre renk kıyafetleri tercih ediyorlar, saçlarını hiç kesmiyor ve vücutlarına gri beyaz bir renk veren kül sürüyorlar.
Bir kayık kiralayarak, ölü yakılan ghata geliyoruz. Oduncular ve ölü yakanlar en alt kastlardan. Zafer Bey’in tanıdığı bir oduncu sayesinde arkadaki tapınağa konuşlanıyoruz.
Ölenin yaş ve cinsiyetine göre; genç kadınlar kırmızı, yaşlı kadınlar turuncu, yaşlı erkekler altın sarısı, genç erkekler de beyaz kumaşa sarılıyorlar. Kadınlar pelvis, erkekler göğüs kafesi kalıncaya kadar yakıldıktan sonra Ganj`a atılıyorlar. Bu işlem için de 200 kilo buda ağacı gerekiyor. Cesedi ilk ateşleyen cenazenin en büyük oğlu ve ateşi yakarken asla kibrit, çakmak ya da benzin kullanılmıyor. Ghatın hemen yanındaki kutsal Shiva ateşinde bir odun tutuşturuluyor ve bu ateşle ilk olarak ölünün yüzü tutuşturuluyor.
Eskiden, kocası ölen kadın Hindu geleneklerine göre yaşamayı hak etmiyor ve ölü koca yakılırken beraberinde eşi de diri diri yakılıyordu. Bu olaya “Sati” adı veriliyordu. Bugün sati Hindistan’da resmi olarak yasak.







































Bizim önümüze yakılmak üzere getirilen, 40 yaş civarı bir kadın. En yakın erkek akrabası yakacak. Genç, yirmilerinde bir oğlan...Beyaz tören kıyafetini giymiş. Saçları kazınmış. Çocuk titriyor. Ben de….Bu iş çok zor ama kutsal ateşi alıp, ruhunun huzur bulması için ölüyü ateşe vermek zorunda. Sonunda başarıyor. Odunların üzerinden yere düşen çiçekleri, uzaklaştırılmalarına rağmen keçiler yiyor. Yandaki artık odunlaşmış cesetten gelen sis gibi duman, ortamı daha da ilginç hale getiriyor. Etraf keder kokuyor. Gözümden yaşlar süzülüyor. Ruhu şad olsun!!!!

Parası olmayan, fakirler için ise, az ötede krematoryum yani elektrikli fırın var. Oraya da gidip bakıyoruz. Tüm buralarda fotoğraf çekmek yasak. Sonuçta kutsal yerler.
Bu kadar hüzün yeter, Lotus Restaurant’a yemek yiyip, black tea! yani bira! içmeye gidiyoruz. Kutsal yerler olduğu için içki yasak ama biz gene de buluyoruz. Çok hoş bir yer. Ganj önümüzden umarsızca akıyor. Ve de akacak…..



Yemek öğünlerimiz giderek azalıyor. Öğlen yemeğini geç yediğimiz için akşamı otelde geçiştiriyoruz.
Akşam “Aarti” yani Ganj’ı kutsama törenini izliyoruz. Ne ilginç bu kutsama işini her akşam yapıyorlar. Bıkmadan. Usanmadan. 



Tabi bu arada ritüele uygun olarak, birer dilek tutarak “diya” larımızı Ganjın kutsal sularına bırakıyoruz. Diyalar ortasında çiçeklerle çevrili bir mum bulunan küçücük kayıklar. Mumunuz sönmeden ne kadar uzağa gidebilirse, dileğiniz o derece çabuk gerçekleşiyor. Bıraktık. Bakalım, göreceğiz:)




Oradan rikşalarla paşmina, yatak örtüsü, şal vs yapılan bir atölyeye gittik. 35 Dolara paşmina aldım. Artık kışın üşümeyeceğim:) Pashmina tam olarak, goat keçilerinin karınlarının altındaki yumuşak bölgede bulunan, dıştaki kaba tüylerinin altında yer alan daha yumuşak tüylere deniyor. Her bir goat yılda ortalama sadece 90 gr. civarı Pashmina yünü üretiyor. Dokunmuş, hazır bir Pashmina şal elde etmek için 3 adet goat yünü gerekiyor. Zahmetli işler.


Çok yakışmışız değil mi?
31 Temmuz sabahı, Talin’in saatini 6.30 a kurduysak da, çalmıyor. Melek ve Ayla’nın sesiyle uyanıyorum. Pantolonumu giydiğim gibi, otelin önünde beklemekte olan kayığa atlıyorum. Ganj’da sabah yapılan kutsama törenlerini görmeye gidiyoruz.
Hakikaten görülesi bir manzara, Ganj’ın kutsallığına inanan yüzlerce yarı çıplak kadın ve erkek o dibi görünmeyen kahverengi suyun içinde. Ghatlardaki manzara ise hangi birini seyredeyim dedirtecek cinsten. Bir tarafta çamaşırlarını yan yana yamalı bohça görünümünde seren kadınlar. Bir tarafta kutsal sözleri elleriyle destekleyerek sabah ibadetini yapan babalar. Diğer yanda ilk gecenin sabahında, ritüel gereği, çarşafını Ganj da yıkamaya gelmiş yeni evliler, kollarında çiçekler kıyıdan bizi seyreden çocuklar, salına salına gezen ya da hiç acelesi olmadığı için yayılmış geviş getiren inekler, yanlarında oynaşan köpekler, kıyıda suyun içinde birbirine sokulmuş duran mandalar, onları arkadaki binaların damlarından izleyen maymunlar. Ardımızdan doğmakta olan güneşin her yere vuran altın ışıkları arasında oynaşan turuncu renk!!!!! 



Kayığımız muson mevsimi dolayısıyla etrafımızı sarmış olan Himalaya’lardan gelen yeşil su bitkileri arasında sessizce ilerliyor. Etkilenmemek elde değil. Bu sakinliği , dinginliği bozmamak için kendi aramızda bile konuşmaktan çekiniyoruz. 


HER AN HER YERDEN BİR KAFA ÇIKABİLİYOR
GHATLAR...
Sanki rüya alemindeyiz! Bu arada ben etrafı dikkatle inceleyebiliyorum, çünkü fotoğraf makinesini odada unuttuğu için, makinemi Ayla’ya veriyorum, fotoğrafları o çekiyor.





Otele dönüp tost ve çaydan ibaret kahvaltımızı yaptıktan sonra, rikşalara binerek Varanasi’nin 10 km dışındaki Sarnath’a gidiyoruz.
Buranın önemi, Buda’nın aydınlandıktan sonra ilk dersini verdiği yer olmasından kaynaklanıyor. Arkeoloji Müzesini, bir Jain, bir de Budist tapınağını geziyoruz. 



Her yerde eski kalıntılar var. Dönerken 3TL ye ipten yapılmış lamba alıyoruz. Çok ucuzlar. Yanıma gelen bir satıcı çocuk, sanki kazıdan çıkmış gerçek bir heykelmiş gibi, topraktan yapılma bir Shiva heykelini bana zorla satmaya çalışıyor ve de başarılı oluyor:) yoksa İstanbul’a kadar beraber geleceğiz:)

Aaaa esas unutuyordum Sarnath’a giderken öyle bir rikşacıya düştük ki. Gidip gelirken tüm yol boyunca Hint filmlerindeki gibi şarkılar söyletti bize. Önde rikşacının yanında oturan Şükrü’ye rikşacı tarafından “Guru Kompela” adı takıldı:) bizse arkada vokal kızlar; Talin, Ayla, ben yol boyunca gözümüzden yaşlar gelerek şarkılar söyledik…hayatımın en eğlenceli yolculuğuydu diyebilirim. Ben ömrüm boyunca pozitifliğin pozitif şeyler getireceğine inanan bir insan oldum…. Gerçekten Hindistan pozitifseniz size hep pozitif ve güzel yönlerini gösteriyor. Ama korkularınız varsa onlarla yüzleşiyorsunuz. Bu kesin!
Otele geri dönerken müthiş bir yağmur başladı. Muson. Çok güzel. Her yer temizleniyor. Şemsiyelerimizin bile yetersiz kaldığı anlar var. Bu arada Zafer Bey bizi Varanasi’nin en ünlü restoranlarında birine götürüyor. Ayakkabı çıkartılıp öyle girilen bir yer. Biz de galoşlarımızı giyiyoruz. Yukarı çıktığımızda, setlerin üzerine yerleştirilmiş yer sofrasına kurulup, ne varsa ısmarlıyoruz. Hint yemekleri:( Tam yanımızda İtalyan gençlerle İstanbul hakkında sohbet ediyorum. Asıl buralara o yaşta gelmek varmış:(. Gitar çalıp gülüp eğleniyorlar. Gerçi biz de onlardan aşağı kalmıyoruz:)
Hindistan’da servis çok ağır ve aman sakın fikrinizi değiştirip de ayran değil bira istiyorum derseniz, zor anlıyorlar; ya hiç gelmiyor ya da iki sipariş birden geliyor. O yüzden siparişlere dikkat! Ben bir kaç tane Hint müziği CD si alıyorum. Özellikle sitarla çalınan melodiler çok hoşuma gidiyor. Sitar; Hint kökenli telli uzun saplı bir saz. Mutlaka dinleyin.
Otelimizin Ganj manzaralı terasına döndüğümüzde, tadı çok güzel olan baharatlı çaylarımızı içerek, sessiz film oynuyoruz. Bu arada, kutsal ateşle otelimize gelen rahibin kutsama kuyruğuna biz de katılıp kutsanıyoruz. Çok ilginçtir insan mütiş bir rahatlama hissediyor.
Eyvaaaahh!!!! boğazım kötü ama sadece benim değil, herhalde trenlerde üşüttük, Melek’le, Zek de aynı dertten muzdarip. Yanımızda taşıdığımız antibiyotikler işe yarıyor.
Acele etmemiz lazım Haridvar’a trenimiz gece 2 de…

Rishikesh
1 Ağustos akşam üstü, Haridvar’dan geçerek, yolları dolduran “Bam Bam Bole”cilerin arasından sıyrılıp, Rishikesh’e varıyoruz. Burası herhalde Hindistan’ın en çok yoga evi ve aşram (dergah) bulunan kasabası. Himalayalar’nın eteklerinde, ortasından Ganj’ın coşkuyla geçtiği, iki adet asma köprüsü bulunan, yemyeşil bir kasaba…Otelimiz “Raj Palace”a eşyalarımızı bıraktıktan sonra doooğru Aarti’ye yani Ganj’ı kutsama törenine. Ganjın kıyısına vardığımızda o ortama tamamiyle uyan büyüklükte, çok etkileyici, kıyıdan uzakta bir Shiva heykeliyle karşılaşıyoruz. Töreni izleyip, gene “diya”larımızı nehre bırakıyoruz. Benim ki 3 metre ilerliyor, ilerlemiyor ki……. ortasında ki mumu sönüyor, dileğim olmayacak mı ne?:( Neyse çiçeklerim Ganjın kollarında ya, o bile yeter:)
Törenden sonra çarşının içinde bulunan İtalyan restoranına gidiyoruz. Gene her yer baharat. Restoranın içinde girer girmez hemen ilk soluk aldığımız yer takı bölümü. Oradan Kemal, Selim ve Cihan’a (Sanskritçe yazılışı 30 gibi görünen) Shiva’nın “ommmmm” unu simgeleyen gümüş kolye ucu alıyorum. Om, Hinduizm'de ve çoğu Hindistan'a özgü bazı başka inanç sistemlerinde dinsel ya da mistik etkisi olduğuna inanılan sözcüklerin (mantra) en kutsalı sayılan hece. Kendime de , 50 $ a üzerinde filler bulunan gümüş bir bilezik alıyorum.
Oradan bir Krishna Aşramına (dergaha) gidip biz de zikir olayına katılıyoruz. Aşrama girdiğimizde, duvarın dibinde yatan bir mürid dışında, müzik yapan iki kişi var, biri zil, diğeri harmonium çalıyor. 



Hemen biz de kendimizi duvar dibine, kilimin üzerine atarak, elimize kselefon, zil gibi bir takım müzik aletleri almış, sürekli tekrarlan “Hare Krişna, Rama Krişna” sözlerini tekrarlarken buluyoruz.
Akşam otele gittiğimizde, kirli çamaşırlarımızı yıkanması için otele veriyoruz. Çok ucuz kendiniz uğraştığınıza değmez. Hatta Melek spor ayakkabılarını bile veriyor. Akşam otele geldikten sonra Talin’le Ayla’nın odasında buluşuyoruz, tabi ne içkimiz kaldıysa onları temizlemek için. Rishikesh kutsal bir kasaba ve de sonuçta hiçbir yerde içki yok.

2 Ağustos sabahı, Ganjın kenarına konuşlanmış, merdivenle çıkılan bir kafede çay ve omletten oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra kendimizi “Neelkantha yani Mavi Boğaz Festivali” için burada bulunan “Bam Bam Bole”cilerin arasında buluyoruz. Sanki Ganja paralel turuncu bir nehir de sokaklardan akıyor. Su taşıyanlar, ibadetini daha zor hale getirerek Şiva’nın inayetine daha çabuk ulaşmaya çalışan yerde sürünerek ilerleyenler. 




RİSHİKESH
Bu arada herhalde film artisti olsak bu kadar çok fotoğraf çektiremezdik. Kimisi gizli, kimisi aleni bu gençler yanımıza gelip tek veya grup halinde fotoğraf çektirmek istiyorlar. Beyaz kadın az, tabi biz de onlara çok ilginç geliyoruz. Hatta bana dokunamayanlar, çantama falan dokunuyorlar. Bu da bize ilginç geliyor:)























“Laxman Jhoola” köprüsünden geçerek, 16 katlı yayvan (Ganga) Ganj Tapınağına varıyoruz. Tanrılara geldiğimizi duyurmak için büyük çanları sırayla çalıyoruz. Girişte çoğu Shiva Tapınağında bulunan, eşi Parvati’nin sıkı sıkı sarılmış olduğu bir lingam ( erkeklik organı) heykeli var. Yürüyüşümüze devam ediyoruz. 





Köprünün başında bir kafede yeşil çay içerek köprüden ilerleyen turuncu kalabalığı ve onlardan yiyecek bekleyen mamunları seyrediyoruz. 



Bu arada Talin ile kendimize epey gürültülü hint işlemeli gümüş benzeri bilezikler almayı da ihmal etmiyoruz… Çarşı içinden geçerken de, üzerinde küçük çanlar bulunan bilezikler alıyorum. 



Bilezikler çok ucuz. Her tarafım bilezik oldu. Nerdeyse her gün bilezik satın alıyorum:)



Yolda yürürken yüzü ve vücudu tamamen boyalı bir kutsal kişi bizi kutsuyor. Zaten artık herhalde ömrüm boyunca bu kadar çok kutsanmam imkansız:)

Hava çok sıcak, rehberimiz Zafer Bey, buradan Ganj’a girebilirsiniz deyince, koşarak kendimi Ganga’nın serin ve kutsal kollarına atıyorum. Ganga beni ben Ganga’yı kucaklıyorum. Ama burası göl değil, sürüklüyor, dibi kum, bir kayaya tutunarak kendimi zor durduruyorum yoksa beni Varanasi’den çıkartacaklar. 


GANJA GİRDİĞİMİN RESMİDİR:)))
Evet artık kutsandım! Ben de bu doğanın kutsal bir parçasıyım. Çok mutluyum. Bu mutluluğumu arkadaşlarımla paylaşarak dönüş yoluna geçiyoruz.
Yolda yürürken iki tarafımızda yer alan hediyelik eşya mağzalarını sık sık ziyaret ediyoruz. Ne istersen var. Rishikesh tam bir alış veriş merkezi ve her şey çok ucuz. Patch work yastık alıyoruz. Kama Sutra figürlü 2 şişe açacağını da kaçırmıyorum bu arada, tanesi 4.5 TL.:) Ah şu taşıma problemi olmasa.
Akşam üstü serbest zamanımız var. Melek ve Zek masaja gidiyorlar, Talin de otelde kalınca, Ayla ile ikimiz, çarşıyı dolaşmaya gidiyoruz. Bir an arkama döndüğümde siz deyin 30 ben diyeyim 40 turunculunun bakışları altında buluyoruz kendimizi ve hemen masaj yağları ve tütsü satan bir dükkana atıyoruz kendimizi. Sandal kokusu harika kesinlikle tavsiye ederim. 
Aarti saati gelince tören kalabalığı arsındaki yerimizi alıyoruz. Maalesef daha sonra eylül ayında sele kapılarak yok olacağını bilmeden, bol bol, Shiva heykelinin resimlerini çekiyoruz.



Akşam tekrar hep birlikte İtalyan restaurant’ında yemekten sonra, bir gün evvel gittiğimiz aşrama tekrar gidiyoruz. Zafer Bey’in aşramda ciddi olun uyarılarına rağmen biz çok eğleniyoruz. Mutlu ve yorgun bir şekilde otelimize dönüyoruz.


3 Ağustos sabahı kahvaltıdan sonra, günümüzde Beatles aşram olarak bilinen, 60lı yıllarda Beatles’ın guruları Maharishi Mahesh Yogi ile bir araya geldikleri yerdeyiz. Kapıda ki görevliye 50 rupi verince bizi içeri alıyor. Bu benim için çok heyecan verici bir deneyim. Düşünsenize John Lennon, Ringo Star gibi ünlülerin gelip bu füze görüntülü küçük evlerde kaldıkları, belki de birçok ünlü bestelerini yaptıkları yerdeyiz. Her yer artık yemyeşil yosunlar, sarmaşıklar ve ağaçlar tarafından sarılmış. Kim bilir belki bir kaçında hala asılı kalmış besteler vardır. Müzik yaptıkları büyük salona girdiğimde isimlerimizi sonsuza dek duvara kazımaktan kendimi alamıyorum. Yolda “Last Chance” kafede dinlenip birer kahve içiyor, yanımıza gelen çantalı adamdan minik kokulardan alıyoruz; 100 rupi. Yemek yemek için epey yürü dükten sonra aşramın tam ters tarafında Avrupai bir kafede pizza yiyoruz, hava çok sıcak, Allahtan klima var. Ama bu, bir sıcak, bir soğuk benim boğazlarımın şişmesine neden oluyor. Dönüşde 45 TL ye bir hint kolyesi alıyorum.
Amritsar’a gitmek üzere tren istasyonuna gidiyoruz. Haridvar-Amritsar arası 411 km. İstasyonda beklerken oturduğumuz bankın altından geçen lağım faresine reaksiyon göstermek için çok yorgunuz:) Peronda beklerken etrafımız yavaş yavaş meraklı erkekler tarafında sarılıyor. Sayıları git gide arttığı için bavulları Zafer Beye bırakarak oradan biraz uzaklaşıyoruz. Hatta yanımızda bir İngiliz kız bu ablukadan sıkılarak ağlamaya başlıyor. Erkek arkadaşı imdadına yetişiyor. Gece gene trendeyiz. Artık alıştık, çayiii..çayiii!!! kodrik kodrik!!! Bu gece hepimiz aynı yerde değiliz, tam karşımda bir Hintli uyuyor. Hadi hayırlısı:)


BAVULLARIMIZI VALLA TAŞITTIK..:( 
Amritsar 
4 Ağustos sabahı Amritsar’a geldiğimizde sırt çantamı ranzanın altından çıkartıyorum, o da ne??? Yan tarafındaki filesinde bir delik var. İçindeki cipslere ulaşabilmek için çantamı fare yemiş:)Epey bir gülüyoruz. Aşağıya indiğimizde bavullarımızın bayağı ağır olduğunu hissederek hamal tutuyoruz. Çok ilginç. Hamallar bavullarımızı ikişer ikişer paylaşıp kafalarının üzerinde taşıyorlar. Ne kafa ama:) Bavullarımızı emanete bırakıyoruz. İnşallah burada fare yoktur:(












“Otel’e eşyalarımızı bıraktıktan sonra, ver elini Altın Tapınak. Bu şehire, Altın Tapınak da ki küçük göl nedeniyle, ”hayat havuzu” anlamına gelen Amritsar adı verilmiş. Burası Sikhlerin şehri. Sikhler, başlarındaki renk renk sarıkları içinde hiç kesmedikleri saçları, sakalları ve yanlarında taşıdıkları kamaları ile iri yarı, gösterişli insanlar.

Her yer tertemiz beyaz mermer. Altın ve değerli taşlar iç içe geçmiş vaziyette. İçeri girmeden evvel, üzerinde “Golden Temple” yazan turuncu küçük eşarplar alıyoruz. Erkekler de. Ayakkabılarımızı kapıda çıkartıyoruz artık galoşumuz da kalmadı. İçeride koskocaman kırmızı balıklı bir havuz. Kenarlarda susayanlar için çanaklar var. Bir kere kullanılınca killi toprakla temizliyorlar, hatta ben de onlara katılıp, bir nevi bulaşık yıkıyorum. Bu arada hamur yoğurarak, çapati de yapıyoruz. Oda gibi bir yerde yere oturup bize sütlü çay ikram edilmesini bekliyoruz. Her yerde bir sürü insan, ziyaretçiler ve gönüllüler. Gönüllülerin kimi temizlik yapıyor, kimi soğan, kimi sarımsak soyuyor. Bu tapınakta hangi dinden, inanıştan insan olursa olsun karnını doyurabiliyor. Biz de hemen demir tepsimizi alarak sıraya girip büyük salona geçip, yere oturuyoruz. Kova gibi bir şeylerin içinden yemekler ve su dağıtılıyor ve tabi çapati. Değişik tatlardan dolayı ben pek yiyemiyorum, Allahtan rehberimiz Zafer Bey imdadıma yetişiyor da, yemeklerin hepsi tabakta kalmaktan kurtuluyor.:) tam bir imece usulü geçerli. Süper.
Oradan çıkıp Hindistan Pakistan sınırında ( Amritsar-Lahore ) her akşam yapılan ve şov haline dönüşmüş olan sınır kapatma törenini izlemeğe gidiyoruz. Gitmeden evvel bira içebileceğimiz bir durak var, gene hayranLarımızla fotoğraflar çektiriyoruz:) Sınır boyunda iki tarafta her halde en uzun boylu askerlerini seçmiş. Tören bitiminde müzik eşliğinde oynayan Hintli bayanların arasına biz dayanamayıp karışıyoruz. Sarılmalar, öpüşmeler. Bizim bu hareketimiz onların da hoşlarına gidiyor:) Akşam yemeğimizi yedikten sonra Otelimize gidiyoruz, beyler bizim uyku tulumlarımızı alarak Altın Tapınak da yatıyorlar. Sonra Ayla ile neden biz de tapınakta yatmadık diye çok pişman oluyoruz, ama rahat bir yatakta yatıp iyi bir banyodan vaz geçemeyecek kadar da yorgunuz.

5 Ağustos sabahı; “Jalianwala Bagh” dayız. 1919 yılında, Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi sırasında, İngilizlerin Sikh’lere ateş açtığı ve 1200 kişinin hayatını kaybettiği anıt bahçe. Bahçede bir de, o güne ait anıların, belge ve resimlerin sergilendiği küçük bir müze var. Buraya girdiğinde insan duvarlardaki kurşun deliklerini görünce çok kötü oluyor. Şiddetin her türünü lanetliyoruz…
Hindistan ancak, 15 Ağustos 1947’de Mahatma Gandi’nin önderliğinde, Britanya İmparatorluğundan ayrılarak bağımsızlığına kavuşmuş, ama ülke de parçalanmış. Hindu çoğunluğun olduğu Hindistan ve müslüman çoğunluğun olduğu Doğu ve Batı Pakistan. Doğu Pakistan sonra Bangladeş olmuş. Hindistan halen, 28 eyaletli ve 7 bölgeli federal bir cumhuriyet. Aynı zamanda İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi.
Amritsar Sikh’lerin kutsal şehri…Amritsar’dan çok renkli terliklerden beğenerek alıyor ve gene tren istasyonuna doğru yollanıyoruz. 872 km.lik son tren yolculuğumuzu Amritsar’dan Jaipur’a yapacağız.

Jaipur 
6 Ağustos. Görkemli bir mimari yapıya sahip olan, Racastan eyaletinin başkenti Jaipur, diğer adıyla pembe şehir, adını kurucusu Mihrace II. Jai Singh’ten almakta. Otelimiz “Arya Niwas” geniş güzel yeşil bir bahçe içerisinde. City Palace, Hawa Mahal, Jantar Mantar görülecek yerler arasında.




İlk hedefimiz “aletler ile hesaplama” anlamına gelen “Jantar Mantar”, 1725 yılında Jaipur mihracesi II. Jai Singh tarafından gözlemevi-rasathane olarak yaptırılmış. Mihracenin asrtrolojiye olan merakını paylaşmak isteyenler için her burcu simgeleyen küçük yapılar ve dev bir güneş saati bulunmakta.



İçeri girmeden önce kapıdaki yılan oynatıcıları ile fotoğraf çektiriyoruz. Bir tanesi bir yılanı boynuma doladığında tutmak zorunda kalıyorum. Kaygan ve soğuk.











Bugün bir Jaipur Maharacasının halen yaşamakta olduğu küçük bir bölümü dışında bir müzeye dönüştürülmüş olan “City Palace” ikinci hedefimiz.

Surlarla çevrili ve şehrin yedide birini kaplayan bir bölge içinde yer almakta. Müzede görülmesi gereken yerler arasında Tekstil ve Kostüm Müzesi, Sanat Galerisi, Chandra Mahal, Mubarak Mahal ve Divan-ı Has bulunmakta.
Jaipur’un en simgesel yapılarından biri olan “Hawa Mahal”, saraydaki kadınların dışarıdan görülmeden dışarıyı seyredebilmeleri için kumtaşından inşa edilmiş ve 1000 adet penceresi bulunmakta. Üzerindeki pirinç fırdöndüler nedeniyle 1960 lara kadar “rüzgar sarayı” adı ile anılmış.
Şehir çok canlı, motosikletler , rikşalar. Maymun tapınağı, Monkey Temple’a giderken, Ayla ile bir rikşanın arkasında eğri büğrü, geriye doğru oturmak zorunda kalıyoruz. Bir anda bizim rikşayı hiçbir motosikletlinin sollamadığını fark edince, gülerek kıyafetlerimizi düzeltiyoruz. Rehberimizin bir Hintli arkadaşının da katıldığı turumuz önce tırmanarak, sonra da epey aşağı doğru 
inerek sonlanıyor. Manzara müthiş.












Maymun tanrı Hanuman’ın tapınağı, iç içe geçmiş havuzlar, binalar, süslemeler ve de maymunlar… Harika!!! Maymunlar her an çevrenizdeler, hele de elinizde yiyecek varsa . Ayla’nın İstanbul’dan getirdiği wasalar bu maymunlara kısmet oluyor. Onları epeyce bir besliyoruz.



Çok zevkli. Maymunların yanında bir sürü de domuz var hatta bazı maymunlar domuzların üzerine çıkmış bitlerini yiyorlar. Dönerken, dağda yaşayan bir “baba”nın mekanında duruyoruz. Bize sütlü çay ikram ediyor. Kabul etmezsek kabalık olacak. Burada da olmazsam artık sarılık olmam diye düşünüyorum. Yerde bağdaş kurup çaylarımızı içiyoruz. Gazete kağıtlarına tütün sarılı, bir tane de ondan içiyorum. Sonra yola devam. Şehre geri dönüyoruz.
Jaipur’un en ünlü tekstil ürünü aynalı el işleri. Bir de “mul mul” diye tülbent gibi bir bezleri var. Değerli taşlar da var ama biz taştan ve fiyatından pek anlayamadığımız için almıyoruz. Gittiğimiz 3 katlı tekstil ürünleri mağazasından bir tane horozlu pullu 1500 rupiye, bir de filli 800 rupiye 2 tane yatak örtüsü alıyorum. Bir de filli, kumaş kapı üstü süslerinden. Beyaz delik işi yatak örtüleri de çok güzel. Bilmiyorum nasıl taşıyacağız.
Akşam otelimizin üst katındaki terasımızda meyve ve biralarımızla kendimize bir parti veriyoruz. Hava gene çok sıcak ve boğucu!


O kadar şirindi ki filler
7 Ağustos sabahı otelimizin güzel bahçesinde, güzel bir kahvaltıdan sonra rikşalarla şehrin 11 km dışında ki Amber Kalesine gidiyoruz. Mihracenin eski mekanı.



Dış kapının önünde aşağıda bir sürü fil. Kale tepenin üzerinde. Bu yüzden 2 kişi 950 rupi vererek bir file biniyoruz.


Çok tatlı yaratıklar yukarı tırmanıp Suraj Pol (sun gate) Kapısından kaleye girinceye kadar savaşlarda eskiden bu kadar ağır hayvanları nasıl kullandıkları geliyor aklıma.



Çok zormuş işleri. İnerken filimiz hortumunu setin üzerine koyunca onu okşayıp sahibine bahşiş veriyoruz.



Derisi lastik gibi, kılları yumuşak bir fırça:) 





Tam bir masal kalesi Amber Fort

Amber Fort’un içi sanki bir labirent, insan çok kolaylıkla kaybolabilir.






TALOŞ'LA AMBER KALESİ:)

Saray içinde Divan-ı Avam, Divan- ı Has ve kafesli pencereleri ile saray kadınlarının saray içindeki önemli olayları seyredebildikleri Sukh Niwas ve Jai Mandir (Zafer Tapınağı) ayrıca ışıldayan aynaları ile ünlü Şiş Mahal bulunmakta.







FATİMA'CIĞIMLA AMBER KALESİ:)



Aşağıya iniş yokuş aşağı kolay. Fillerin henüz banyo saati olmadığı için onları yıkanırken göremiyoruz.



Aşağıda Laxmi Narayan Temple’da ziyaret ettikten sonra yerel bir otobüsle şehre dönüyoruz.


2 gündür öğlen yemeklerimizi, Hint yemekleriyle ünlü büyük bir restoranda yiyoruz. Yemek olarak sebzeleri haşlanmış olarak, lassi (ayran) mize de baharat koymadan getirmelerini istiyoruz. Caddeler çok sesli ve hareketli tekstil üzerine birkaç dükkana girip, güzel tülden şallar alıyoruz. 

















Sokaklarda dolaşırken tanesi 30 rupi olan saten gibi ipten yapılma bileziklerden alıyoruz. Akşam yorgun argın, eşyalarımızı yığdığımız tek odanın duşunu sıra ile kullanıyoruz. Artık Hindistan’dan ayrılmaya hazırız. Dubai’ye gitmek üzere havaalanına gidiyoruz. Bir müddet kapı önünde bekledikten sonra nihayet bizi içeri alıyorlar. Allahaısmarladık Hindistan, inşallah tekrar gelirim….!!!

Dubai
 8 Ağustos sabahı Birleşik Arap Emirlikleri, Sharjah havalimanındayız. Bir otobüse binerek yarım saatte Dubaiye varıyoruz. Zenginlik başka bir şey. Araplar yağı bol bulmuşlar, şehre ulaşmak için geçtiğimiz yol kenarlarında ferforje çok güzel ve pahalı sokak lambaları var. Otobüs durakları ise klimalı. Zaten ısının, yılın 9 ayında 50 derecenin üzerinde olduğu bir yerde de başka türlüsü düşünülemez. Burada sadece 1 günümüz var. Öncelikle elektronik mağazalarına bakıyoruz. Melek ve ben Zek’in de tavsiyesi ile Nikon P100 birer fotoğraf makinası alıyoruz. Fiatı yaklaşık 16 lık hafıza kartı dahil 415 Dolar. Dışarıda yürümek zorunda kaldığımızda, sanki kemiklerimin eridiğini hissediyorum. Fularımı ıslatıp yüzüme, boğazıma koyuyorum ama ne fayda. Cehennem bu olsa gerek…
Bu arada paranın yaptırabildiği en uzun, en ilginç binaları görmeğe başlıyoruz. Dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli “Burj El Arab” diğer adıyla “Yelken Otel” 321 metre yüksekliğinde. 2008 yılında Atlantis The Palm oteli açılana kadar dünyanın en lüks oteli olarak anılmış. Yapımına 1991de başlanıp 1994de tamamlanmış. Yelken biçiminde ve Otelin içindeki sarı olan her şey altın kaplama. Restaurant’da yemek 100 €’dan, en ucuz suitinde bir gece ise 1000 €’dan başlıyor. Önünde sadece fotoğraf çektirmekle yetiniyoruz, çünkü içeriye yapılan bir ziyaret için 100 $ ödememiz gerekiyor.
İkinci olarak, dünyanın en yüksek binası ünvanını kazanan “Burj Dubai”yi görüyoruz. 141 kat ve 512 m. Binayı tamamen görebilmek için biraz uzaklaşmanız lazım. O kadar yüksek ki üzerinde uçakların çarpmaması için uyarı ışıkları var. Güneşte pırıl pırıl parlıyor. Daha fazla güneşte kalamayacağımızı anlayınca, en yakın alış veriş merkezlerinden birine atıyoruz kendimizi. İçeride bana ilginç gelen 2 yer var. Bir tanesi içinde balık adamların da yüzdüğü devasa akvaryum. İkincisi de ben de biraz da acıma duygusu uyandıran kayak merkezi. Evet yanlış okumadınız, kar görmedikleri için kendilerine resmen bir kayak merkezi oluşturmuşlar, öyle ki içeride teleferik bile var. Biz ne mutluyuz ki memleketimizde dört mevsimi de yaşayabiliyoruz!

İstanbul
9 Ağustos. Dubai İstanbul arası yaklaşık 5 saat sürüyor. Sabiha Gökçen Havaalanına indiğimizde yaklaşık gece saat bir. Bir an evvel eve gidip uyumaktan başka bir şey düşünmüyoruz fakat bizi kötü bir sürpriz, 1 saat kadar geciktiriyor. Ayla’nın iki bavulundan biri kayıp. Neyse ki sonuç olumlu, Air Arabia bavulu bulup 1 hafta sonra Ayla’ya ulaştırıyor.
Hayat bu. İnsan, neyi ne zaman kaybedeceğini, neyi ne zaman bulacağını hiçbir zaman bilemiyor. Belki de işin sırrı burada. Fakat şu bir gerçek ki Hindistan’da bulduklarımız bize bir ömür boyu yetecek gibi görünüyor.

Yeni yerler görmek, yeni şeyler bulmak dileğiyle…...:)
MİLLİYET SANATIN GÖRSEL YÖNETMENİ AYLA DÜNDAR'IN BU GEZİ ANISINA YAPTIĞI  MİNİK ESERİ:)  BENİM HANGİSİ OLDUĞUM BELLİ TABİ:) EN SAĞDAKİ YEŞİLLİ:)

16 yorum:

  1. Reyhancim tek kelime ile muhtesem! Nefes almadan okudum.:-) Aslinda ben senin bu güzel anilarini okuyunca senin görüp yasadiklarinin yaninda benim Hindistan'daki gördüklerim senin Dubai'deki görüp yasadiklarin kadar.Kendi kendime keske simdi vakit olupda gidebilsem diyorum.:-)) Fakat anladigim sizin seyahatiniz tamamen kendi organizasyonunuz ve cok farkli bir gezi olmus! Ben 1987'de Tur Sirketi ile gitmistim ve bizim programimiz Uzakdogu, Bali Adasi odakli idi, Hindistan sadece transit anlaminda oldugu icin ne yazik ki bu kadar detay görmek mümkün olmadi. Canim harika bir tecrübe ve gercekten insan keske mümkün olsa heryeri görebilse! Cok tesekkür ederim beni haberdar ettigin icin, anlatimin cok akici ve sayende müthis bir keyifle hem okudum, hem kendimi orada addettim!:-))) Nice güzel, eglenceli seyahatler ve anilar yasamani dilerim! sevgiler..Gülseren

    YanıtlaSil
  2. Gülseren'ciğim,
    Öncelikle güzel yorumun için teşekkür ederim...
    Güzergaha ben bir tek Delhi'nin dahil edilmesini istemiştim, bunun haricinde ki tüm güzergahı rehberimiz Zafer Bozkaya belirledi.
    Gerçekten çok etkileyici ve kesinlikle görülmesi gereken yerler....
    İnşallah sana da ikinci defa detaylı bir gezi kısmet olur canım...
    çok öptüm......

    YanıtlaSil
  3. Reyhancığım eline,kalemine sağlık çok güzel kaleme almışsın.Tekrar o günleri yaşadım...Bu gezide her şeyi yaşadık.gördük.Tabii rehberimizin de payı çok büyük bunda...Detaylı bir şekilde bizi gezdirdi...Orada sefaleti de gördük, insanların bu sefalet içinde ne kadar mutlu olduklarını da gördük, yaşadık. Senin de belirttiğin gibi muhakkak bizim rehberimiz gibi bir rehberle insanın gidip görüp, yaşaması gereken bir yer. Beni en çok etkileyen Varanassi oldu...Ganj nehri muhteşem...Unutamadığım ve tekrar yaşamak istediğim de trende geçirdiğimiz saatler...couchette'lerimiz, gizlice içtiğimiz içkiler, bavul açıp,kapatmalar..hengame...her şey çok güzeldi....o günleri tekrar yaşamak içim ara sıra yazını okuyacağım...
    başka gezilerde buluşmak üzere...

    Teşekkürler........Talin

    YanıtlaSil
  4. Talin'ciğim,

    Gerçekten seninle gezmek, aynı anıları paylaşmak çok güzeldi...
    Evet benim de bu bloga yazmamda ki en önemli nedenlerden biri hem unutmamak ...Hem de dediğin gibi okudukça aynı şeyleri tekrar yaşamak..
    herşey için teşekkürler... daha nice gezilere:)))

    çok öptüm.....

    YanıtlaSil
  5. Sevgili Reyhan;
    Tek kelime harika..Yazılar,resimler..
    Son dönemde okuduğum en iyi gezi yazılarından biri.Yazı dilin çok iyi ve eğlenceli.Müthiş tad aldım.1995 te Mumbai de 15 gün kalmıştım. Hindistan beni çok etkilemişti.Agra ve sonrasını gezmek hep programımda..Yazın bu isteğimi daha da tetikledi.
    Kutlarım.
    İzin verirsen, yazını web sitemde yayımlanmak isterim.Herkes yararlansın diye:-)

    Nice gezmelere..
    Muhsin Aydın
    www.muhsinaydin.com

    YanıtlaSil
  6. Muhsin'cim,
    Senin gibi bir gezginin yazımı beğenmesi beni ayrıca sevindirdi. Teşekkür ederim övgün için...
    Tabiki Web sitende yayınlayabilirsin...
    Evet.. hele sen, mutlaka Agra, Varanasi,Amritsar ve Jaipur'u görmelisin..Umarım en kısa zamanda gidersin...
    (Bu arada, gene hep birlikte gidebileceğimiz bir tur yapıyorsundur umarım:)))

    Gezginden gezgine sevgilerle....

    YanıtlaSil
  7. Sevgili Reyhan anılarını mutlulukla okudum.Nice nice yolculuklar dilerim.Sevgiler Bahar...

    YanıtlaSil
  8. Reyhan hocam Hindistan anilariniz icin, evvela sunu ifade etmeliyim ki, okudugum en "su gibi" gezi yazisi ...
    Video anlatisi gibi kaleme alinmis. Kelimeler mukemmel; uslup sade ve muhtesem.
    iz birakan tarafina gelince:
    Reyhan hoca Hindistan'dan daha "fascinante" ... :-)

    Tesekkurler ve Selamlar
    Faruk

    YanıtlaSil
  9. Bahar'cığım
    Senin gibi çok gezen bir arkadaşımdan alacağım en iyi dilek bu olsa gerek:)
    Mutlulukla kal....çok öptüm...

    YanıtlaSil
  10. Faruk hocam,

    Sizin gibi değerli bir bilim ve yazın adamından bu övgüleri almak beni gerçekten çok mutlu etti...
    Eğer ki bir iz bırakabildiysem ne mutlu bana...:)

    Çok teşekkürler ve saygılar

    YanıtlaSil
  11. Reyhancığım önce cesaretinden dolayı seni çooooook kutluyorum,
    sonra bu kadar pozitif bir yorumla Hindistan'ı anlattığın için seni çooook kutluyorum.
    Gitmiş, görmüş kadar oldum , ama kesinlikle böyle bir geziye çıkabilecek cesareti bulamayacağım için bu kadar güzel ifade ederek bilgilendirdiğin için de teşekkür ediyorum:)))
    YENİ VE İLGİNÇ SEYAHAT ANILARINI OKUMAK DİLEĞİYLE ...Sevgiler...
    Ayşegül

    YanıtlaSil
  12. Ayşegülcüm,
    Ben eminim ki sen istesen daha da cesur bir seyahat yapabilirsin.Gerçekten dediğin gibi pozitif bakarsan Hindistan sana pozitif yönünügösteriyor..
    Çok teşekkür ederim....Nice birlikte günlere..
    Çok öptüm...

    YanıtlaSil
  13. Sevgili Reyhan,

    Saniyorum Hindistan hakkinda okudugum en guzel gezi anlatimi. Insanlar genelde Hindistan'i anlatirken cok mistik bir tutum takinir ve oradan ne kadar etkilendiklerini anlatir durur. Ama sen bu geziye cok gercekci bir sekilde yaklasmissin. Hem etkilendigin hem de katlanmasi zor olan yerleri ve durumlari ayni rahatlikla anlatmissin. Bunu herkes yapamiyor. Hindistan'in hem sihirli tarafini hem de insani rahatsiz edecek yonlerini ayni tarafsizlikla anlatmissin. Keske herkes bu kadar objektif olabilse. Laf aramizda Nikon P100'u sana 50 dolar daha ucuza Amerika'dan getirebilirdim.

    Sevgiler.

    YanıtlaSil
  14. Sevgili Yahya,

    Bak işte öncelikle Nikonu daha ucuza Amerika'dan getirebileceğine üzüldüm doğrusu:) Eh ne yapalım kader:)
    Dediğin gibi elimden geldiğince tarafsız olmaya çalıştım. Çünkü gerçekten Hindistan tek bir açıdan değerlendirilebilecek bir yer değil.
    Yazıyı beğendiğine, gerçekten sevindim. Övgülerin için teşekkürler....

    YanıtlaSil
  15. Sevgılı Reyhan (alısma yolunda ılk adımım :) ) ;

    Cok sade ve akıcı bır dılle yazdıgın ıcın sıkılmadan bır solukta okudum guncenı.Hındıstan ı gozumde daha farklı canlandırıyormusum, onu fark ettım.
    Keske anlattıgın her anın bır resmı olabılseydı ;aldıgın herseyı ve gordugun her kareyı merak ederek yazıyı okumaya devam ettım cunku :)(tuvaletler dısında tabıı :)) )

    Dıger tum seyehatnamelerını okumak ıcın sabırsızlanıyorum.

    Sevgıler
    Gul

    (bu arada noktalı harflerı kullanmama alıskanlıgım dolayısı ıle ınsallah yazılarım anlasılıyordur :) )

    YanıtlaSil
  16. Gül'cüğüm,

    Yazılarımı beğendiğine memnun oldum...ama Hindistan'ı tam anlamıyla anlatmak mümkün değil..... yaşamak ve görmek lazım..dünyanın en ilginç coğrafyalarından biri gerçekten...

    Geçmiş seyahatlerimi de kaleme alma gibi bir çabam olacak:))))

    Çok çok öpüyorum seni güzel kız....:)

    (yazıların gayette iyi anlaşılıyor canım:)

    YanıtlaSil

İzleyiciler