KUZEY İTALYA
THY'nın Torino seferini yapan 11:35 uçağında
Hilal’le kendimizi şarap içerken bulmadan evvel, bu yolculuk için harita
üzerinde nereleri, nereleri dolaşmıyoruz ki? Fakat süre ve ulaşım işin içine
girince programımızı istemeye istemeye bayağı daraltmak zorunda kalıyoruz.
COMO
COMO
2
saatlik bir yolculuk sonrasında Torino’dayız. Torino havaalanından Como’ya direk
geçiş yapalım diyoruz fakat maalesef öyle bir olasılık olmadığını öğreniyoruz. Bu yüzden şehrin
içine kadar gitmek zorunda kalıyoruz. Porta
Susa’da iniyoruz (Shuttle 6€).
Bulduğumuz ilk Lago Como trenine kendimizi atıyoruz www.trenitalia.com . Trenimiz Milano Centrale aktarmalı çünkü direk tren yok.
Milano’da inip Como Nord Lago tren istasyonunda bizi bırakacak olan Como trenine biniyoruz (47.20€).
İndiğimizde Hilal’in internetten bastığı haritaya bakarak yolumuzu çıkartmaya çalışırken bir türk genci bize yardım ediyor ve ben de o tarafa gidiyordum deyip, bizi otelimiz “Albergo Firenze”ye kadar götürüyor.
Bu
gezimiz resmen ben de o tarafa gidiyorumcuların gezisi oluyorJ ŞanslıyızJ. Otelin gecesi 100€, konum ve diğer
özellikleri açısından kesinlikle tavsiye edilir. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra
otele çok yakın olan göl kıyısına çıkarak, yürüyoruz.
Hava hafif serin ama çok da romantik! Buralara daha sıcak hava da gelinse daha iyi olur diye düşünüyoruz. Ama
keyfimizi hiçbir şey bozamaz diyerek gözümüze kestirdiğimiz “La Darsena
Ristorante Pizzeria” nın dışarıdaki masalarından birine yerleşip, siparişimizi
veriyoruz.
Bulduğumuz ilk Lago Como trenine kendimizi atıyoruz www.trenitalia.com . Trenimiz Milano Centrale aktarmalı çünkü direk tren yok.
Milano’da inip Como Nord Lago tren istasyonunda bizi bırakacak olan Como trenine biniyoruz (47.20€).
İndiğimizde Hilal’in internetten bastığı haritaya bakarak yolumuzu çıkartmaya çalışırken bir türk genci bize yardım ediyor ve ben de o tarafa gidiyordum deyip, bizi otelimiz “Albergo Firenze”ye kadar götürüyor.
PİAZZA VOLTA - COMO |
Hilal Como Gölü kıyısında:) |
Tabi
ki, İtalya’ya gittiğimde benim favori yemeğim olan “Spaghetti ai frutti di mare”
deniz ürünlü spagetti ve yanında, o Chianti bölgesinin güzel şaraplarından bir
şişe eşliğinde, gecemizi taçlandırıyoruz (60€). Hilal’e sigara bulamayan
garsonun ikram ettiği puromuzu alıp kalkıyoruz. Biraz daha çevrede dolanıp
doğruca otelimize gidiyoruz.
20 ekim sabahı gayet güzel kahvaltımızı ettikten sonra, bavulumuzu resepsiyona namı diğer recep'e bırakıp, çevreyi dolaşmaya çıkıyoruz.
Finikülerle Como'dan Brunate isimli küçük köye ulaşıyoruz (10.50€).
Çok sevimli bir dağ köyü. Havası o kadar temiz ki, bizi rahatsız ediyor.
Bir saat kadar dolaştıktan sonra aşağıya inip, vaporetto ile gölde dolaşma kararı alıyoruz (17.80€).

Gölde de 1 saat dolaştıktan sonra biraz da çevreyi karadan görelim diye 13.10 otobüsüyle Lecco kasabasına gidiyoruz. Lecco'da küçük bir kasaba ve turistik olan her şey mevsimden dolayı azaltılmış.
Bir sahil kafesinde birer espresso içip dinleniyoruz.
O güzelim manzara, insanın cildini yakmadan okşayan sonbahar güneşiyle birleşince epey bir mayışıyoruz.
Como'dan Leco'ya C40 yada C43 otobüsüne binmek gerek. Durakta epey bir bekledikten sonra sonunda 4.30 da otobüs geliyor. Otelimizden bavullarımızı alıp, san Giovanni tren istasyonundan 19.12 treniyle Verona'ya geçiyoruz (51.10 €)
VERONA
San Anastasia Kilisesini ziyaret ettikten sonra ikinci adresimiz Duomo oluyor...
Duomo'dan ayrıldıktan sonra Verona sokaklarına daldık gene. Yol bizi nereye götürürse oraya.
Yolumuza devam ederek Ponte Pietra'ya vardık...Adige ırmağı üzerindeki nehir İÖ 90 da yapılan, tahta bir köprü. daha sonra Roma döneminde mermerden yapılıyor. Birinci dünya savaşında yılında zarar gören köprü son olarak 1959 da yenileniyor.
Baktık ki çok yorgunuz günlerden pazar çoğu yer kapalı görünüyor, ama çok şirin bir sokakta şirin bir şarap evi açık. İçerisi kalabalık, biz de şaraplarımızı alıp yayılıyoruz sokağa...
Şarap o kadar iyi geliyor ki, dinlenip yürümeye devam ediyoruz...
20 ekim sabahı gayet güzel kahvaltımızı ettikten sonra, bavulumuzu resepsiyona namı diğer recep'e bırakıp, çevreyi dolaşmaya çıkıyoruz.
COMO GÖLÜ |
Finikülerle Como'dan Brunate isimli küçük köye ulaşıyoruz (10.50€).
Çok sevimli bir dağ köyü. Havası o kadar temiz ki, bizi rahatsız ediyor.
Bir saat kadar dolaştıktan sonra aşağıya inip, vaporetto ile gölde dolaşma kararı alıyoruz (17.80€).
Gölde de 1 saat dolaştıktan sonra biraz da çevreyi karadan görelim diye 13.10 otobüsüyle Lecco kasabasına gidiyoruz. Lecco'da küçük bir kasaba ve turistik olan her şey mevsimden dolayı azaltılmış.
LECCO |
O güzelim manzara, insanın cildini yakmadan okşayan sonbahar güneşiyle birleşince epey bir mayışıyoruz.
Como'dan Leco'ya C40 yada C43 otobüsüne binmek gerek. Durakta epey bir bekledikten sonra sonunda 4.30 da otobüs geliyor. Otelimizden bavullarımızı alıp, san Giovanni tren istasyonundan 19.12 treniyle Verona'ya geçiyoruz (51.10 €)
Yol uzun olunca...... |
VERONA
B&B Vicolo 22'ya yerleşiyoruz. Daracık bir ara sokakta ama odamız güzel.Bavulumuzu bırakıp yemeğe çıkıyoruz, tavsiye üzerine yakınlarda ki "Pizzeria Bella Napoli"ye gidiyoruz. Pizzaları gerçekten müthiş. San Gabriel biraları ise vasat ama fiyatlar gayet iyi (28€).
21 Ekim sabahı kahvaltımızı tepsi ile odamıza aldıktan sabah 8.45 de kendimizi Verona sokaklarına koyveriyoruz.
Verona tam bir ortaçağ şehri ve çoğu değeri günümüze kadar bozulmadan korunmuş. Benim gibi bir ortaçağ hastası için harika bir yer. Hilal de, ben de çok beğeniyoruz. Bu değerlerden biri olan Arena, Kuzey İtalya’daki en büyük Roma amfitiyatrosu.
Yaklaşık 2000 yıl önce, o çevreden çıkarılan pembe mermerlerden inşa edilen Arena’nın bir kısmı, 1117de ki büyük depremde yıkılsa da, onarılmakta gecikmez. Daha sonraki dönemlerde antik taşların çalınması yasa dışı ilan edilerek düzenli bakım çalışmaları yürütülür; böylece Arena bugüne kadar iyi bir şekilde korunarak gelir. İçeride hala yenileme çalışmaları devam eden arenanın en tepesine kadar çıkarak, Verona'nın en geniş meydanı olan; Piazza Bra'nın görüntüsüne bir de tepeden bakıyoruz.
İkinci adresimiz tabi ki "La Casa di Guilietta", Jülyet'in evi. Balkonundan Jülyet'in şu ölümsüz kelimeleri söylediği ev:
Romeo, Romeo, neredesin Romeo?
Ortaçağda Verona, o kadar meşhurdur ki, bu şehrin sadece itibarı bile Shakespeare’in iki oyununa ilham olur (Romeo ve Julliet ve Verona'lı iki Centilmen). Gerçek Capulet ailesiyle bağı çok az da olsa Julliet'in Evi olarak nitelendirilen yer her yıl yarım milyon turisti çekmekte.
19.yüzyıl yapımı olan bu evde Jülyet'in gerçekten yaşayıp yaşamadığı
yıllardan beri tartışılagelsin, bu ev o dönemde Jülyet'in soyadı ile benzerlik
taşıyan Del Capello ailesine ait. Ev de zaten Via Capello'da bulunmakta.
Biz de önce evi geziyoruz, hatta ben biraz içeride fazla kalıyorum, Hilal beni aşağıda bekliyor. Bahçede Jülyet'in bronzdan bir heykeli var. İnanışa göre Jülyet'in sağ göğsüne dokunmak şans getiriyor. İnşallah da getirmiştir!
Tabi bu hurafeyi biz de hakkıyla yerine getiriyoruz. Evin bahçesinden çıkış yolundaki duvarlar çift taraflı olarak, sevgi ve aşk mesajlarıyla dolu.
Eh buraya kadar gelmişken bizim de bu duvar karalamalarına katkımız olsun deyip, ağzımızdaki çikletleri duvara yapıştırıp, üzerine dileklerimizi yazıyoruz:) Bu arada tabi türkçe yazılar da dikkatimizi çekiyor.
Oradan ver elini Piazza Erbe, benim gördüklerimiz arasında en beğendiğim meydan bu oluyor. Meydanın tam girişinde iki pandomimci hiç hareketsiz duruyorlar. Epey bir inceleyip nasıl durdukları hakkında fikir yürütüyoruz.
Piazza dell'Erbe meydanı oldukça geniş bir meydan. Girişte sizi meyve tezgahları ve eski bir sütun karşılıyor.
Bu arada meyve kutularının üzerinde Güneş markası gözümüze çarpıyor. Meydanın çevresinde kafeler ve restoranlar dolu, meydanın ortasında ki Madonna çeşmesi 1368 tarihli.
Meydana girer girmez binaların fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Müthişler!!!
Benim esas ilgimi çekense az ileride ki 4 sütunlu yerde, sütundaki kelepçenin nedeni, 16. yüzyılda buraya suçlular bağlanır, halk da onlara çürük meyve atarlarmış.
Torre Dei Lamberti 84 metrelik cüssesiyle meydana tepeden bakıyor.Bizim girdiğimiz güney yönünden bakınca meydanın en dibinde barok tarzı bir yapı olan Palazzo Maffei ve önünde ki San Marco aslanını taşıyan yüksek sütunu görebiliyorsunuz. Bizde birer espresso içmek için kulenin tam dibindeki kafeye oturuyoruz.
Meydana doyduktan sonra, ara sokaklara dalıyoruz. Binalara ve geçmişin izlerine baka baka ilerliyoruz.
PİAZZA DELLE ERBE |
Ortaçağda Verona, o kadar meşhurdur ki, bu şehrin sadece itibarı bile Shakespeare’in iki oyununa ilham olur (Romeo ve Julliet ve Verona'lı iki Centilmen). Gerçek Capulet ailesiyle bağı çok az da olsa Julliet'in Evi olarak nitelendirilen yer her yıl yarım milyon turisti çekmekte.
Hilal ve Juliette'in yatağı |
LA CASA Dİ GUİLİETTA |
Tabi bu hurafeyi biz de hakkıyla yerine getiriyoruz. Evin bahçesinden çıkış yolundaki duvarlar çift taraflı olarak, sevgi ve aşk mesajlarıyla dolu.
Eh buraya kadar gelmişken bizim de bu duvar karalamalarına katkımız olsun deyip, ağzımızdaki çikletleri duvara yapıştırıp, üzerine dileklerimizi yazıyoruz:) Bu arada tabi türkçe yazılar da dikkatimizi çekiyor.
Oradan ver elini Piazza Erbe, benim gördüklerimiz arasında en beğendiğim meydan bu oluyor. Meydanın tam girişinde iki pandomimci hiç hareketsiz duruyorlar. Epey bir inceleyip nasıl durdukları hakkında fikir yürütüyoruz.
Piazza dell'Erbe meydanı oldukça geniş bir meydan. Girişte sizi meyve tezgahları ve eski bir sütun karşılıyor.
Bu arada meyve kutularının üzerinde Güneş markası gözümüze çarpıyor. Meydanın çevresinde kafeler ve restoranlar dolu, meydanın ortasında ki Madonna çeşmesi 1368 tarihli.
Meydana girer girmez binaların fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Müthişler!!!
PİAZZA DELLE ERBE |
PİAZZA DELLE ERBE |
MADONNA ÇEŞMESİ |
Benim esas ilgimi çekense az ileride ki 4 sütunlu yerde, sütundaki kelepçenin nedeni, 16. yüzyılda buraya suçlular bağlanır, halk da onlara çürük meyve atarlarmış.
16. YY.DA SUÇLULARIN BAĞLANDIĞI YER |
Torre Dei Lamberti 84 metrelik cüssesiyle meydana tepeden bakıyor.Bizim girdiğimiz güney yönünden bakınca meydanın en dibinde barok tarzı bir yapı olan Palazzo Maffei ve önünde ki San Marco aslanını taşıyan yüksek sütunu görebiliyorsunuz. Bizde birer espresso içmek için kulenin tam dibindeki kafeye oturuyoruz.
PİAZZA DELLE ERBE'DE KAHVE KEYFİ |
GÜZELLER GÜZELİ ARKADAŞIM HİLAL PİAZZA DELLE ERBE 'DE... |
VERONA SOKAKLARI TAM BENLİK |
HİLALCİM DONDURMA ALAMADI AMA..... |
VERONA SOKAKLARINI ALT ÜST ETTİ:))))) |
VERONA SOKAKLARI BAŞ YUKARILARDA GEZMEK İÇİN |
SAN ANASTASİA KİLİSESİ |
DUOMO |
Yolumuza devam ederek Ponte Pietra'ya vardık...Adige ırmağı üzerindeki nehir İÖ 90 da yapılan, tahta bir köprü. daha sonra Roma döneminde mermerden yapılıyor. Birinci dünya savaşında yılında zarar gören köprü son olarak 1959 da yenileniyor.
Baktık ki çok yorgunuz günlerden pazar çoğu yer kapalı görünüyor, ama çok şirin bir sokakta şirin bir şarap evi açık. İçerisi kalabalık, biz de şaraplarımızı alıp yayılıyoruz sokağa...
Şarap o kadar iyi geliyor ki, dinlenip yürümeye devam ediyoruz...
BOLOGNA
Akşam otelimiz http://www.hotelholiday-bo.com/ 'e yakın Nicola's Pizzeria'da (Piazza
San Martino 9, Bologna) ai frutti di mare
ve şarap alıyoruz. Çok güzel bir akşam yemeği oluyor. Bu adresi de otel görevlisinden alıyoruz, gidilen en popüler restoranlardan biri olarak tavsiye ediyor. (2 kişi 47€)
Bologna deyince benim aklıma ilk gelen bolonez sos olur, fakat bu bizim ağız tadımıza uygun gelmiyor çünkü mutlaka domuz eti kullanılarak yapılıyor. Yani ağır.
Bologna 1088de kurulan Avrupa'nın en eski üniversitesine sahip, Dante,
Erasmus ve Kopernik Bologna Üniversitesi'nin ünlü öğrencilerinden bazıları. Gezmeye başladığınızda ilk bakışta soğuk ve aristokrat bir havası olan bu şehir, gezdikçe sizi etkilemeye başlıyor.
"Kızıl şehir" olarak da bilinen Bologna orta çağ mimarisini yansıtan heykel, kilise, bina ve kulelerle bezeli. İsmini
de binaların çoğunun kırmızı tuğlalı olmasından almış. Şehir ayrıca lâkabındaki "kızıl"a da gönderme
yapılabilecek düzeyde solcu bir şehir olmasıyla tanınıyor.
Şehrin en güzel yanı caddelerin iki yanının sütunlu koridorlardan oluşması (portico). Dünyanın en uzun portico lu şehri. Tam 3.5 km. Bu yüzden de şehri; yazın güneşten, kışın yağmurdan korunarak rahatlıkla dolaşabiliyorsunuz.
İtalya'da trenle seyahat çok rahat çünkü her yere her dakika tren bulmak mümkün. Ama trene binmeden evvel biletinizi makinelerdan onaylatmayı unutmayın!
Via dell'Independenza, tren garına giden yolun bir ucunda, Piazza Maggiore de diğer ucunda. Biz de sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Piazza Maggiore'ye gidiyoruz. Kocaman klasik bir meydan, bana göre en önemli özelliği "Fontana del Nettuno" , Neptün Çeşmesi!Aslında çeşme bu meydana bağlanan Piazza di Nettuno'da.
Avrupa'nın çeşitli yerlerinde, Yunan mitolojisindeki adıyla Poseidon, Roma mitolojisindeki adıyla Deniz Tanrısı Neptün için yapılmış çeşmelere rastlarsınız. Bunlardan bir tanesi de Floransa bulunmakta. Floransa'da ki Neptün Çesmesinin yapımında Ammanati'ye yardımcı olan Giambologna, kendi Neptün Çesmesini Bologna şehri için yapar. Tommasa Laureti tarafından 1563′te tasarlanan çeşme 1565′te, heykeller ise 1567 yılında Giambologna tarafından tamamlanır. Bugün Bologna kentinin simgelerinden biri haline gelir.
Çeşmenin en tepesinde bronzdan Neptün, tüm görkemi ve elinde çatal uçlu asasıyla boy göstermekte. En alttaysa, yunuslara binmiş, üretkenliği simgeleyen, göğüslerinden sular fışkıran deniz kızları yer almakta.
Ayrıca meydana bakan iki önemli bina daha var bunlardan bir tanesi; "Basilica di San Petronio" bu kilisenin ilgi çekici iki yanı var. Bir tanesi dünyanın 5. büyük bazilikası olması, diğeri de içeride ki fresklerden birinde Hz. Muhammed'in cehennemde iblisler tarafından yutulurken gösterilmesi. Hatta bu yüzden bazilikanın islamcı militanların saldırısına uğradığı söyleniyor.

Piazza Miggiore'ye bakan ikinci önemli bina ise "Palazzo del Podesta".Burada bulunan kemerlerin sesinizi karşı kemerin dibine taşıdığı söyleniyor ama biz deneyerek bununla vakit kaybetmek istemiyoruz. Zira kahve saatimiz!!!
Meydanın hemen ortasındaki kafeye oturup, dinlenip,
güneşlenirken, meydanla birlikte, yanımızdan geçen insanları, hallerini,
giyimlerini ve güvercinleri izliyoruz. Artık aramızda sözü Bologna alıyor ve
uzun bir müddet konuşmadan gözlemde bulunuyoruz.

PİAZZA MAGGİORE2DE KAHVE MOLASI
Bologna, Avrupa’da en iyi korunmuş ortaçağ şehirlerinden biri
olarak ün yapmış. Ortaçağ döneminde şehrin büyük aileleri aralarında kule inşa
etme yarışına girerler. Sayısı 180’i bulan kulelerden günümüze 15 tanesi
kalmış.

İTALYANIN BELLİ BAŞLI KULELERİ
İşte Bologna'nın simgesi olan bunlardan birbirine yaslanmış
gibi duran iki tanesi; İKİ KULE- Piazza di Porta Ravegnana’da yer alıyor. Bunlardan yüksek
olanı yani Torre Degli Asinelli 1,5
metre eğrilmiş, ve 498 basamaklı. Ayrıca kulede, 1791de dünyanın döndüğünü ispatlamak için bilimsel bir deney yapılır. Küçük olan Torre Garisenda ise tam 3,5 metre eğik, bu yüzden de ziyarete
kapalı.

TORRE GARİSENDA'NIN TEMELİ:)
Tabi ben derhal Hilal'e danışmadan büyük bir heyecanla içeri
dalıyorum. Giriş çok dar.
Bilet kesen görevli de sanki kulenin bir parçasıymış
da, oraya sokuşturulmuş gibi, iri cüssesiyle, minicik bir yere sıkışmış
görünümünde (3€).
Daracık mermer merdivenlerden sonra tahta merdivenler kulenin
içini dolaşa dolaşa yukarı doğru tırmanıyor. Ama benim için o kadar etkileyici ki; 498 değil de 1498 basamak da olsa ben gene çıkardım:)
Tabi bu arada Hilal'im benim, zavallım, gıkını bile çıkartmadan beni takip ediyor. Tabi bu arada italyanca olarak biletin arkasında kule yönetiminin meydana gelecek kazalardan dolayı hiç bir sorumluluk kabul etmediğini belirten yazıdan Hilal'e hiç bahsetmediğimi de itiraf etmeliyim:)Bana gösterdiği sabırdan dolayı kendisini buradan kutluyorum:)
Sonunda 2 gün baldırlarımızın ağrıması pahasına tırmandığımız kulenin tepesine varıyoruz. Manzara müthiş!!! Sisli bir Bologna ekimiyle karşılaşıyoruz.

TORRE DEGLİ ASİNELLİ'NİN TEPESİNDEN BOLOGNA MANZARASI
Gerisin geriye 498 basamağı indikten sonra, kendimizi Bologna ara sokaklarına bırakıyoruz.

Konuştuğumuz arkadaki rahip, kendi kilisesine yardım toplamakta...
Piazza Maggiore'nin hemen arkasında bir sabit meyve sebze pazarı var, hemen dalıyoruz tabi. Ben, aıya düşkün olduğum için biraz "pepperino picante" acı biber alıyorum.
E dön dolaş yoruluyoruz, karnımızda acıkıyor, gözümüze kestirdiğimiz bir restorana giriyoruz. "Tamburini via caprarie 1" (22.50€) Garson biraz suratsız ama yapacak bir şey yok! Ama yemeklerimiz süper, tabi şarap da.. Birer tortellini artı beyaz şarap.

Gerçekten nefis bir tortellini yiyoruz. Afiyet olsun Hilalcim:)

BOLOGNA SALAMLARI HERKESİ ÇEKER...
Feltrinelli İnternational Bologna'da ki büyük kitap evlerinden biri, uğrayıp ne var ne yok bir baktık. Hilal'e empresyonizmle ilgili bir kitap aldık. Bu arada Orhan Pamuğun sessiz evini görmek bizi çok mutlu etti...
Bayağı yorulmamıza rağmen son durak olarak, "Sette Chiese"yi yani 7 kiliseyi seçtik. Burası birbirinden bağımsız çeşitli dönemlere ait kilise manastır ve de müzeden oluşan bir kompleks.
Çoğu kimse beğenmeyebilir ama bana hitap eden bir yer...hem de Benediktin manastırı var:) Hilal gene dışarı da beni beklerken ben detaylı olarak geziyorum. gezerken, filmlerden fırlamış gibi kırmızılar giymiş bir rahibin sorularına takılıyorum:) Bana Osmanlı-Venedik savaşını soruyor. Ama maalesef hatırlayamıyorum. İkinci olarak da İstanbul'un fethini soruyor:) Fatih Sultan Mehmet'ten sonra iş uzamaya başlıyor, aklım Hilal'de kız beni bekliyor dışarda. Neyse kibarca arkadaşım bekliyor deyip, isteği üzere, padişah isimlerini bir kağıda yazdıktan sonra kurtulabiliyorum:)

Gizemli merdiven.......
Ortaçağdan kalma kilisenin zeminindeki demir süsleme dikkatimi çekiyor. Flaşla çekim yapınca altında bir merdiven olduğu görülüyor... Kimbilir nereye gidiyor bu merdiven???????

Ortaçağ duvar süslemeleri

Benediktin Manastırındaki kuyu

Belli ki mefta biçki dikişle uğraşan biriymiş..

Ortaçağ da bile duvarları boş bırakmamışlar...

Hilal dinleniyor:)

Manastır da da ancak su içilir:)))))
Eh artık ayrılma zamanı, yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor bile. Akşam yemeği için hazırız. Ama nereye gitmeli? Kendimizi yollara teslim ediyoruz, ayaklarımız bizi nereye götürürse. Piazza Maggiore'den, bazilikanın yanından Via dell'Archiginnasio'dan doğru ilerliyoruz. Daha ilerde dünya markalarının boy gösterdiği gayet lüks bir cadde var. Orada birilerine güzel ve yerel bir restoran aradığımızı söyleyince bizi Via Solferino üzerinde ki, gerçekten de yerel bir restorana yönlendiriyorlar. Ristorante Il Solferino
Enoteca con Cucina Adres: Via Solferino 39/A, 40124, Bologna (http://www.solferino.bo.it). Hatta garson kıza ve yanımıza gelen bayan işletmeciye Bolonez bir şeyler istediğimizi söyleyince, bizim için yeni mamalar pişiriyorlar. Hatta bayan İstanbul'a da gelmiş:) Müthiş bir kırmızı şarap eşliğinde (ca fuggi 2009 Tunete di monte fortino) harika yemeklerimizi yiyoruz. Gelenler belli ki oranın müdavimleri, herkes birbirini tanıyor ve şakalaşıyor. Tam bir yerel İtalyan restoranı! kesinlikle tavsiye ederim!
Bu arada aklıma gelmişken; İtalya'da yemeklerden önce aperitif olarak, yemek sonrasında da dijestif olarak ikram edilen bir içki var "Grappa". Grappa yokluktan
kaynaklanan bir keşifle doğuyor. 600 yıl önce İtalya’da şarap üretiminde
çalışan çiftçiler, bütün gününü şarabın kokusu, rengi ve çilesiyle geçiriyor,
sıra tadına bakmaya, akşam evde yorgunluğu bir kadeh şarap ile bastırmaya
gelince parası yetmiyor. Şarap üretiminden arta kalan çekirdek, sap, kabuktan
oluşan posayı damıtarak hazırlanan grappa o zamanlarda günü kurtaran, soğuğa
karşı direnç artıran, yorgunluğu alan sade vatandaş içkisiyken, son otuz yılda
bugünkü yerini buluyor. Grappa, günümüz İtalyan restoranlarında yemekten sonra
servis ediliyor. Alkol oranı yüzde 40-45 arası değişebilen grappa’nın, dört
farklı çeşidi var. Benim ağız tadıma pek uygun olmayan bir içki. İster beyaz, ister siyah üzümden yapılsın rengi şeffaf oluyor.
Yemeklerimizi bitirdikten sonra Bologna sokaklarının o ağır havasında, otelimizin yolunu çok fazla kaybolmadan buluyoruz:) Daha doğrusu ben de oraya gidiyordumculardan biriyle otelin kapısına kadar geliyoruz:)
TORİNO
Aslında Torino'ya güneyden dönerken uğruyoruz ama İtalya'yı kuzey güney diye iki bölümde aktarmayı seçtiğim için şimdi Torino'dan devam ediyoruz.
Torino İtalya'nın kuzey batısında Piemonte bölgesinin başkenti. Piemonte dağ etekleri demek, anlayacağınız gibi Torino dağlık bir bölgenin eteklerinde yer alıyor. Savoy Hanedanı bu bölgede yaşadığı için çok aristokrat bir şehir olarak yaşamış uzun yıllar, ama endüstrinin, özellikle araba yapımının bu bölgede yayılması (Fiat, Alfa Romeo vs.) üzerine çalışan kesimle karışarak, gururlu ama ayakları yere basan bir halk oluşmuş. Ayrıca Torino "fast food" a tepki olarak gelişen "slow food" akımının da öncüsü. Damak tadına çok önem veriyorlar.

Torino'nun simgesi Boğa
Tüm dünyada trüf
mantarıyla meşhur olan Piemonte bölgesi, aynı zamanda en iyi şaraplara da ev
sahipliği yapar. Bölgenin temel üzümü, yerli bir asil tür olan Nebbiolo’dur.
Barolo ve Barbaresco şaraplarının üzümü olan Nebbiolo, Romalılar’ın bölgede
oluşturdukları ilk bağlardan beri yetiştirilmektedir. Nebbiolo ismi, sis-buğu
anlamına gelen “nebbia” kelimesinden türemiştir. Üzümlerin Eylül ayındaki
olgunlaşma döneminde, özellikle sabah saatlerinin bölgede sürekli sisli ve
rutubetli olması, üzüme neden bu ismin verildiğinin yanıtıdır. Bölgenin diğer
asil yerel üzümleri arasında Barbera, Dolcetto, Favorita ve Bonarda
sayılabilir.
Gerçekten de denediğimiz yerel şarapların hepsi müthişti. İnsanın adeta içtikçe içesi geliyor.
Bu arada Torino'ya gitmeden evvel ünlü gurmemiz Vedat Milor'un bir kitabında okuduğum beyaz trüf hakkında ki ilginç bilgileri sizlerle paylaşmak isterim. Beyaz trüf mantarı ekim aylarında çıkartılan ve gramla satılan (çünkü çok pahalı) bir mantar türü. Yerinin tespit edilmesi ve çıkartılması için pahalı bir arabaya eş değer köpekler yetiştiriliyor. Aslında eskiden, koku alma duyusu aşırı gelişmiş domuzlar tarafından çıkartılıyormuş fakat trüf mantarının kokusunu, domuz kokusuyla karıştıran domuzları zapt etmek çok güç olduğu için cins köpekler, domuzların yerini almış. Ne ilginç değil mi? Şu insan oğlunun ağız tadı için girişmeyeceği eziyet yok doğrusu:)
Napoli'den
sabah 9:25 de bindiğimiz uçak, 11:10 da Torino'ya iniyoruz.
www.edreams.it (biletimiz kişi
başı
64 avro). Aynı sitenin türkçesi de var ama bilet fiyatları daha yüksek.
Havaalanının
kapısından çıktığınızda şehre giden otobüslerin durağı hemen önünüzde. Biraz beklemeniz
gerekiyor. Bileti 6.5 avro karşılığında içeriden
temin edebiliyorsunuz. Porta Susa'da iniyoruz. İlk oteli
sorduğumuz
kişi
gene ben de orayagidiyordumculardan biri otelimizi görecek mesafeye kadar bizi
götürüyor. İyi şanslıyız valla! Bu arada da daha ben soru sormaya başlamadan
(demek ki cümleye hep (nerede) dov'e diye başlıyormuşum ki) Hilal "dov'e" diye
taklidimi yapıyor:) Ben de Hilal’i bayıltana kadar Chere’in “Dov'e L’amore”
şarkısını söylüyorumJ
Dov'è l'amore
Dov'è l'amore
Dov'è l'amore
Non posso parlarti della mia vita
Qui c'è la mia storia
Canterò una canzone d'amore
la canterò da solo per te
anche se sei lontana mille miglia (lontanissima)
l'amore è un sentimento troppo forte
vs..vs..:)
Hotel Antico Distretto'ya yerleşiyoruz. Ana cadde üzerinde temiz ve güzel bir otel. Adres: Corso Valdocco, 10 -10122 - Torino . Hemen kendimizi otele yakın restoranlardan birine attık. Mafiavari bir havası var, yerel ve şirin. Birer lazanya, ortaya bir ızgara sebze tabağı ve tabi şarap. Mmmmmm....26.50 avro ödüyoruz. Haydi Torinooo:) kalabalığı takip ederek, gelişigüzel yürümeye başlıyoruz. Torino'ya Napoli'den geldiğimiz ve de artık son durağımız olduğu için (8 gündür geziyoruz ve bayağı yorgunuz) o yüzden şehri doyasıya özgür, tabanvayla gezmeyi yeğliyoruz. Şehir haritasına baktığınızda ızgara gibi düzenli olduğunu görüyorsunuz. Bir meydandan diğerine geçiş çok kolay sadece yürümeniz yeterli.

Palazzo Madama'nın arkasında ki ortaçağ'a özenilerek yapılmış olan şato
Sokakları dolaşa dolaşa yolumuz bizi Torino'nun meşhur binası "Mole Antonelliana"nın önüne kadar getiriyor. Şu anda Paris için
Eiffel Kulesi neyse Torino için de, 'Mole Antonelliana' o şekilde şehrin
simgesi haline gelmiş. İtalyan mimar Alessandro Antonelli tarafından yapımına
1863'te başlanan bina, sinagog yapma amacı ile inşa edilmiş, fakat daha sonra
kuleyi Torino belediyesi satın almış. Binanın yüksekliği 167,5 metre. Binasının
bittiğini göremeden ölen Antonelli, kubbenin tepesine çıkan meşhur asansörün
iyi çalışıp çalışmadığını bizzat kullanarak kontrol etmiş. Projesine de “Dikey
Rüya” adını vermiş. Anıt eser, yine 19. yüzyılda gece dış
aydınlatması havagazı ile yapılan ilk bina olmuş. Binanın diğer bir özelliği de
“Museo Nazionale del Cinema” yani Sinema Müzesini içinde barındırması.

Asansörden Sinema Müzesi

Mole Antonelliana'dan kuşbakışı
Kapının önünde ki kuruk biraz caydırıcı da olsa beklemeye karar veriyoruz. sadece sinema müzesine girecekseniz beklemenize gerek yok (3 avro). Ama 8 kişilik asansörle terasa çıkayım diyorsanız bekleyip 6 avroyu vermeniz gerekli:)
Asansörle çıkarken Sinema Müzesine genel bir bakış atabiliyorsunuz. Biz sadece terasa çıkıyoruz. Manzara şehri tepeden kuş bakışı görmek isteyenler için güzel ama mutlaka görün demem. Bologna'daki Torre Asinelli'nin manzarası gibi etkilemiyor beni.
Asansörle aşağıya indiğimizde müzenin hediyelik eşya bölümüne bakıyoruz. Tabi herşey gereksiz pahalı olduğu için hiçbir şey almıyoruz. Bu arada bizim Audrey ile Audrey Hepburn'ü yan yana yakalayınca hemen fotoğraflarını çekiyorum. Çok benzemiyorlar mı Allah aşkına?:)

İki Audrey yanyana:)
Bu arada gelmeden aldığımız bilgilere göre Torino'da Terra Madre - Toprak Ana gıda festivali var. Sora sora Porta Nuova'dan binip Lingotto istasyonunda inersek festivalin yapıldığı yere ulaşabileceğimizi öğreniyoruz. Fakat büyük bir hayal kırıklığı, hevesimiz kursağımızda kalıyo:( Zira giriş 20 avro!!! Sonuçta biz buraya merak ettiğimiz ve de acaba kaliteli ve uygun şarap bulup akşam içebilir miyiz diye geliyoruz. Neyse artık deyip, aynı metro ile dönüyoruz. Allahtan her yere ulaşım çok kolay.
Hava maalesef kapalı. Biz de Torino'nun en büyük alışveriş caddesi ve şehrin en canlı merkezi olan Via Roma'ya gidiyoruz.
En büyük caddesi dediğime bakmayın, Beyoğlu çok daha geniş bir cadde. Ama hep ünlü markalar. Ucuz hiç bir şey yok, tam tersi çok pahalı. Biz de birer espresso içip, yorgunluktan, boş boş çevreyi seyretmeyi yeğliyoruz. Bu da zevkli:)

Torino'da sonbaharı izlerken..Hilal ve ben ....
Dolaşa dolaşa akşamı ediyoruz. Eeee haydi bakalım yemek vakti. Otelimize yakın güzel bir restoranı gözümüze kestirip dalıyoruz içeri. içerisi bayağı kalabalık. gene birer deniz ürünlü spagetti ve yerel bir şarap istiyoruz. Şarap "dolcetta Alba" enfes bir şey! Kesinlikle tavsiye ederim. Şişesi 15 avro. (toplam 44.60 avro).
Bir de unutmadan, Torino'dan ayrılmadan evvel bu bölgeye has, İtalyan köpüklü şarabı diyebileceğimiz, ama şampanyaya göre fiyatı çok daha uygun "Prosecco" lardan alabilirsiniz.

Ağzımda lokmayla..ŞEREFEEEEE:)
Oradan ayrıldığımızda her yer karanlık ve soğuk. Ama bizim yaramaz çocuğun aklı pamuk helvada kaldı. Eh ne yapalım gidip alıyoruz:)

Afiyet olsun canımcığım:)
Sabah kalkıp da şakır şakır yağmur görünce moralimiz bozuluyor. Recep'ten bir taksi ayarlamasını istiyoruz çünkü bavullarla ordan oraya gidecek halimiz yok.. Önce bir otelden son günümüz gezelim diyerek çıkıyoruz fakat gök delinmiş ve her yer kapalı. Torino gerçekten nüfus yoğunluğu çok az olan bir şehir. Trafik de yok. Aynen gerisin geriye dönerek, kanka olduğumuz otel görevlisinin bize ikram ettiği kahveleri içerek, zaman dolduruyoruz. Sonra ver elini hava alanı. Amaaaan bir gezi daha istemeye istemeye bitiyor. Neyse başka başka güzel gezilere:))))
Bologna deyince benim aklıma ilk gelen bolonez sos olur, fakat bu bizim ağız tadımıza uygun gelmiyor çünkü mutlaka domuz eti kullanılarak yapılıyor. Yani ağır.
Bologna 1088de kurulan Avrupa'nın en eski üniversitesine sahip, Dante, Erasmus ve Kopernik Bologna Üniversitesi'nin ünlü öğrencilerinden bazıları. Gezmeye başladığınızda ilk bakışta soğuk ve aristokrat bir havası olan bu şehir, gezdikçe sizi etkilemeye başlıyor.
"Kızıl şehir" olarak da bilinen Bologna orta çağ mimarisini yansıtan heykel, kilise, bina ve kulelerle bezeli. İsmini de binaların çoğunun kırmızı tuğlalı olmasından almış. Şehir ayrıca lâkabındaki "kızıl"a da gönderme yapılabilecek düzeyde solcu bir şehir olmasıyla tanınıyor.
Şehrin en güzel yanı caddelerin iki yanının sütunlu koridorlardan oluşması (portico). Dünyanın en uzun portico lu şehri. Tam 3.5 km. Bu yüzden de şehri; yazın güneşten, kışın yağmurdan korunarak rahatlıkla dolaşabiliyorsunuz.
Via dell'Independenza, tren garına giden yolun bir ucunda, Piazza Maggiore de diğer ucunda. Biz de sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Piazza Maggiore'ye gidiyoruz. Kocaman klasik bir meydan, bana göre en önemli özelliği "Fontana del Nettuno" , Neptün Çeşmesi!Aslında çeşme bu meydana bağlanan Piazza di Nettuno'da.
Avrupa'nın çeşitli yerlerinde, Yunan mitolojisindeki adıyla Poseidon, Roma mitolojisindeki adıyla Deniz Tanrısı Neptün için yapılmış çeşmelere rastlarsınız. Bunlardan bir tanesi de Floransa bulunmakta. Floransa'da ki Neptün Çesmesinin yapımında Ammanati'ye yardımcı olan Giambologna, kendi Neptün Çesmesini Bologna şehri için yapar. Tommasa Laureti tarafından 1563′te tasarlanan çeşme 1565′te, heykeller ise 1567 yılında Giambologna tarafından tamamlanır. Bugün Bologna kentinin simgelerinden biri haline gelir.
Çeşmenin en tepesinde bronzdan Neptün, tüm görkemi ve elinde çatal uçlu asasıyla boy göstermekte. En alttaysa, yunuslara binmiş, üretkenliği simgeleyen, göğüslerinden sular fışkıran deniz kızları yer almakta.
Piazza Miggiore'ye bakan ikinci önemli bina ise "Palazzo del Podesta".Burada bulunan kemerlerin sesinizi karşı kemerin dibine taşıdığı söyleniyor ama biz deneyerek bununla vakit kaybetmek istemiyoruz. Zira kahve saatimiz!!!
Meydanın hemen ortasındaki kafeye oturup, dinlenip,
güneşlenirken, meydanla birlikte, yanımızdan geçen insanları, hallerini,
giyimlerini ve güvercinleri izliyoruz. Artık aramızda sözü Bologna alıyor ve
uzun bir müddet konuşmadan gözlemde bulunuyoruz.
PİAZZA MAGGİORE2DE KAHVE MOLASI |
Bologna, Avrupa’da en iyi korunmuş ortaçağ şehirlerinden biri
olarak ün yapmış. Ortaçağ döneminde şehrin büyük aileleri aralarında kule inşa
etme yarışına girerler. Sayısı 180’i bulan kulelerden günümüze 15 tanesi
kalmış.
İTALYANIN BELLİ BAŞLI KULELERİ |
İşte Bologna'nın simgesi olan bunlardan birbirine yaslanmış
gibi duran iki tanesi; İKİ KULE- Piazza di Porta Ravegnana’da yer alıyor. Bunlardan yüksek
olanı yani Torre Degli Asinelli 1,5
metre eğrilmiş, ve 498 basamaklı. Ayrıca kulede, 1791de dünyanın döndüğünü ispatlamak için bilimsel bir deney yapılır. Küçük olan Torre Garisenda ise tam 3,5 metre eğik, bu yüzden de ziyarete
kapalı.
TORRE GARİSENDA'NIN TEMELİ:) |
Tabi ben derhal Hilal'e danışmadan büyük bir heyecanla içeri
dalıyorum. Giriş çok dar.
Bilet kesen görevli de sanki kulenin bir parçasıymış da, oraya sokuşturulmuş gibi, iri cüssesiyle, minicik bir yere sıkışmış görünümünde (3€).
Daracık mermer merdivenlerden sonra tahta merdivenler kulenin içini dolaşa dolaşa yukarı doğru tırmanıyor. Ama benim için o kadar etkileyici ki; 498 değil de 1498 basamak da olsa ben gene çıkardım:)
Tabi bu arada Hilal'im benim, zavallım, gıkını bile çıkartmadan beni takip ediyor. Tabi bu arada italyanca olarak biletin arkasında kule yönetiminin meydana gelecek kazalardan dolayı hiç bir sorumluluk kabul etmediğini belirten yazıdan Hilal'e hiç bahsetmediğimi de itiraf etmeliyim:)Bana gösterdiği sabırdan dolayı kendisini buradan kutluyorum:)
Sonunda 2 gün baldırlarımızın ağrıması pahasına tırmandığımız kulenin tepesine varıyoruz. Manzara müthiş!!! Sisli bir Bologna ekimiyle karşılaşıyoruz.
Gerisin geriye 498 basamağı indikten sonra, kendimizi Bologna ara sokaklarına bırakıyoruz.
Piazza Maggiore'nin hemen arkasında bir sabit meyve sebze pazarı var, hemen dalıyoruz tabi. Ben, aıya düşkün olduğum için biraz "pepperino picante" acı biber alıyorum.
E dön dolaş yoruluyoruz, karnımızda acıkıyor, gözümüze kestirdiğimiz bir restorana giriyoruz. "Tamburini via caprarie 1" (22.50€) Garson biraz suratsız ama yapacak bir şey yok! Ama yemeklerimiz süper, tabi şarap da.. Birer tortellini artı beyaz şarap.
Feltrinelli İnternational Bologna'da ki büyük kitap evlerinden biri, uğrayıp ne var ne yok bir baktık. Hilal'e empresyonizmle ilgili bir kitap aldık. Bu arada Orhan Pamuğun sessiz evini görmek bizi çok mutlu etti...
Bayağı yorulmamıza rağmen son durak olarak, "Sette Chiese"yi yani 7 kiliseyi seçtik. Burası birbirinden bağımsız çeşitli dönemlere ait kilise manastır ve de müzeden oluşan bir kompleks.
Çoğu kimse beğenmeyebilir ama bana hitap eden bir yer...hem de Benediktin manastırı var:) Hilal gene dışarı da beni beklerken ben detaylı olarak geziyorum. gezerken, filmlerden fırlamış gibi kırmızılar giymiş bir rahibin sorularına takılıyorum:) Bana Osmanlı-Venedik savaşını soruyor. Ama maalesef hatırlayamıyorum. İkinci olarak da İstanbul'un fethini soruyor:) Fatih Sultan Mehmet'ten sonra iş uzamaya başlıyor, aklım Hilal'de kız beni bekliyor dışarda. Neyse kibarca arkadaşım bekliyor deyip, isteği üzere, padişah isimlerini bir kağıda yazdıktan sonra kurtulabiliyorum:)
Ortaçağdan kalma kilisenin zeminindeki demir süsleme dikkatimi çekiyor. Flaşla çekim yapınca altında bir merdiven olduğu görülüyor... Kimbilir nereye gidiyor bu merdiven???????
Eh artık ayrılma zamanı, yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor bile. Akşam yemeği için hazırız. Ama nereye gitmeli? Kendimizi yollara teslim ediyoruz, ayaklarımız bizi nereye götürürse. Piazza Maggiore'den, bazilikanın yanından Via dell'Archiginnasio'dan doğru ilerliyoruz. Daha ilerde dünya markalarının boy gösterdiği gayet lüks bir cadde var. Orada birilerine güzel ve yerel bir restoran aradığımızı söyleyince bizi Via Solferino üzerinde ki, gerçekten de yerel bir restorana yönlendiriyorlar. Ristorante Il Solferino Enoteca con Cucina Adres: Via Solferino 39/A, 40124, Bologna (http://www.solferino.bo.it). Hatta garson kıza ve yanımıza gelen bayan işletmeciye Bolonez bir şeyler istediğimizi söyleyince, bizim için yeni mamalar pişiriyorlar. Hatta bayan İstanbul'a da gelmiş:) Müthiş bir kırmızı şarap eşliğinde (ca fuggi 2009 Tunete di monte fortino) harika yemeklerimizi yiyoruz. Gelenler belli ki oranın müdavimleri, herkes birbirini tanıyor ve şakalaşıyor. Tam bir yerel İtalyan restoranı! kesinlikle tavsiye ederim!
Bu arada aklıma gelmişken; İtalya'da yemeklerden önce aperitif olarak, yemek sonrasında da dijestif olarak ikram edilen bir içki var "Grappa". Grappa yokluktan kaynaklanan bir keşifle doğuyor. 600 yıl önce İtalya’da şarap üretiminde çalışan çiftçiler, bütün gününü şarabın kokusu, rengi ve çilesiyle geçiriyor, sıra tadına bakmaya, akşam evde yorgunluğu bir kadeh şarap ile bastırmaya gelince parası yetmiyor. Şarap üretiminden arta kalan çekirdek, sap, kabuktan oluşan posayı damıtarak hazırlanan grappa o zamanlarda günü kurtaran, soğuğa karşı direnç artıran, yorgunluğu alan sade vatandaş içkisiyken, son otuz yılda bugünkü yerini buluyor. Grappa, günümüz İtalyan restoranlarında yemekten sonra servis ediliyor. Alkol oranı yüzde 40-45 arası değişebilen grappa’nın, dört farklı çeşidi var. Benim ağız tadıma pek uygun olmayan bir içki. İster beyaz, ister siyah üzümden yapılsın rengi şeffaf oluyor.
Yemeklerimizi bitirdikten sonra Bologna sokaklarının o ağır havasında, otelimizin yolunu çok fazla kaybolmadan buluyoruz:) Daha doğrusu ben de oraya gidiyordumculardan biriyle otelin kapısına kadar geliyoruz:)
TORİNO
Aslında Torino'ya güneyden dönerken uğruyoruz ama İtalya'yı kuzey güney diye iki bölümde aktarmayı seçtiğim için şimdi Torino'dan devam ediyoruz.
Torino İtalya'nın kuzey batısında Piemonte bölgesinin başkenti. Piemonte dağ etekleri demek, anlayacağınız gibi Torino dağlık bir bölgenin eteklerinde yer alıyor. Savoy Hanedanı bu bölgede yaşadığı için çok aristokrat bir şehir olarak yaşamış uzun yıllar, ama endüstrinin, özellikle araba yapımının bu bölgede yayılması (Fiat, Alfa Romeo vs.) üzerine çalışan kesimle karışarak, gururlu ama ayakları yere basan bir halk oluşmuş. Ayrıca Torino "fast food" a tepki olarak gelişen "slow food" akımının da öncüsü. Damak tadına çok önem veriyorlar.
Tüm dünyada trüf
mantarıyla meşhur olan Piemonte bölgesi, aynı zamanda en iyi şaraplara da ev
sahipliği yapar. Bölgenin temel üzümü, yerli bir asil tür olan Nebbiolo’dur.
Barolo ve Barbaresco şaraplarının üzümü olan Nebbiolo, Romalılar’ın bölgede
oluşturdukları ilk bağlardan beri yetiştirilmektedir. Nebbiolo ismi, sis-buğu
anlamına gelen “nebbia” kelimesinden türemiştir. Üzümlerin Eylül ayındaki
olgunlaşma döneminde, özellikle sabah saatlerinin bölgede sürekli sisli ve
rutubetli olması, üzüme neden bu ismin verildiğinin yanıtıdır. Bölgenin diğer
asil yerel üzümleri arasında Barbera, Dolcetto, Favorita ve Bonarda
sayılabilir.
Gerçekten de denediğimiz yerel şarapların hepsi müthişti. İnsanın adeta içtikçe içesi geliyor.
Bu arada Torino'ya gitmeden evvel ünlü gurmemiz Vedat Milor'un bir kitabında okuduğum beyaz trüf hakkında ki ilginç bilgileri sizlerle paylaşmak isterim. Beyaz trüf mantarı ekim aylarında çıkartılan ve gramla satılan (çünkü çok pahalı) bir mantar türü. Yerinin tespit edilmesi ve çıkartılması için pahalı bir arabaya eş değer köpekler yetiştiriliyor. Aslında eskiden, koku alma duyusu aşırı gelişmiş domuzlar tarafından çıkartılıyormuş fakat trüf mantarının kokusunu, domuz kokusuyla karıştıran domuzları zapt etmek çok güç olduğu için cins köpekler, domuzların yerini almış. Ne ilginç değil mi? Şu insan oğlunun ağız tadı için girişmeyeceği eziyet yok doğrusu:)
Bilet kesen görevli de sanki kulenin bir parçasıymış da, oraya sokuşturulmuş gibi, iri cüssesiyle, minicik bir yere sıkışmış görünümünde (3€).
Daracık mermer merdivenlerden sonra tahta merdivenler kulenin içini dolaşa dolaşa yukarı doğru tırmanıyor. Ama benim için o kadar etkileyici ki; 498 değil de 1498 basamak da olsa ben gene çıkardım:)
Tabi bu arada Hilal'im benim, zavallım, gıkını bile çıkartmadan beni takip ediyor. Tabi bu arada italyanca olarak biletin arkasında kule yönetiminin meydana gelecek kazalardan dolayı hiç bir sorumluluk kabul etmediğini belirten yazıdan Hilal'e hiç bahsetmediğimi de itiraf etmeliyim:)Bana gösterdiği sabırdan dolayı kendisini buradan kutluyorum:)
Sonunda 2 gün baldırlarımızın ağrıması pahasına tırmandığımız kulenin tepesine varıyoruz. Manzara müthiş!!! Sisli bir Bologna ekimiyle karşılaşıyoruz.
TORRE DEGLİ ASİNELLİ'NİN TEPESİNDEN BOLOGNA MANZARASI |
Konuştuğumuz arkadaki rahip, kendi kilisesine yardım toplamakta... |
Piazza Maggiore'nin hemen arkasında bir sabit meyve sebze pazarı var, hemen dalıyoruz tabi. Ben, aıya düşkün olduğum için biraz "pepperino picante" acı biber alıyorum.
E dön dolaş yoruluyoruz, karnımızda acıkıyor, gözümüze kestirdiğimiz bir restorana giriyoruz. "Tamburini via caprarie 1" (22.50€) Garson biraz suratsız ama yapacak bir şey yok! Ama yemeklerimiz süper, tabi şarap da.. Birer tortellini artı beyaz şarap.
Gerçekten nefis bir tortellini yiyoruz. Afiyet olsun Hilalcim:) |
BOLOGNA SALAMLARI HERKESİ ÇEKER... |
Bayağı yorulmamıza rağmen son durak olarak, "Sette Chiese"yi yani 7 kiliseyi seçtik. Burası birbirinden bağımsız çeşitli dönemlere ait kilise manastır ve de müzeden oluşan bir kompleks.
Çoğu kimse beğenmeyebilir ama bana hitap eden bir yer...hem de Benediktin manastırı var:) Hilal gene dışarı da beni beklerken ben detaylı olarak geziyorum. gezerken, filmlerden fırlamış gibi kırmızılar giymiş bir rahibin sorularına takılıyorum:) Bana Osmanlı-Venedik savaşını soruyor. Ama maalesef hatırlayamıyorum. İkinci olarak da İstanbul'un fethini soruyor:) Fatih Sultan Mehmet'ten sonra iş uzamaya başlıyor, aklım Hilal'de kız beni bekliyor dışarda. Neyse kibarca arkadaşım bekliyor deyip, isteği üzere, padişah isimlerini bir kağıda yazdıktan sonra kurtulabiliyorum:)
Gizemli merdiven....... |
Ortaçağ duvar süslemeleri |
Benediktin Manastırındaki kuyu |
Belli ki mefta biçki dikişle uğraşan biriymiş.. |
Ortaçağ da bile duvarları boş bırakmamışlar... |
Hilal dinleniyor:) |
Manastır da da ancak su içilir:))))) |
Eh artık ayrılma zamanı, yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor bile. Akşam yemeği için hazırız. Ama nereye gitmeli? Kendimizi yollara teslim ediyoruz, ayaklarımız bizi nereye götürürse. Piazza Maggiore'den, bazilikanın yanından Via dell'Archiginnasio'dan doğru ilerliyoruz. Daha ilerde dünya markalarının boy gösterdiği gayet lüks bir cadde var. Orada birilerine güzel ve yerel bir restoran aradığımızı söyleyince bizi Via Solferino üzerinde ki, gerçekten de yerel bir restorana yönlendiriyorlar. Ristorante Il Solferino Enoteca con Cucina Adres: Via Solferino 39/A, 40124, Bologna (http://www.solferino.bo.it). Hatta garson kıza ve yanımıza gelen bayan işletmeciye Bolonez bir şeyler istediğimizi söyleyince, bizim için yeni mamalar pişiriyorlar. Hatta bayan İstanbul'a da gelmiş:) Müthiş bir kırmızı şarap eşliğinde (ca fuggi 2009 Tunete di monte fortino) harika yemeklerimizi yiyoruz. Gelenler belli ki oranın müdavimleri, herkes birbirini tanıyor ve şakalaşıyor. Tam bir yerel İtalyan restoranı! kesinlikle tavsiye ederim!
Bu arada aklıma gelmişken; İtalya'da yemeklerden önce aperitif olarak, yemek sonrasında da dijestif olarak ikram edilen bir içki var "Grappa". Grappa yokluktan kaynaklanan bir keşifle doğuyor. 600 yıl önce İtalya’da şarap üretiminde çalışan çiftçiler, bütün gününü şarabın kokusu, rengi ve çilesiyle geçiriyor, sıra tadına bakmaya, akşam evde yorgunluğu bir kadeh şarap ile bastırmaya gelince parası yetmiyor. Şarap üretiminden arta kalan çekirdek, sap, kabuktan oluşan posayı damıtarak hazırlanan grappa o zamanlarda günü kurtaran, soğuğa karşı direnç artıran, yorgunluğu alan sade vatandaş içkisiyken, son otuz yılda bugünkü yerini buluyor. Grappa, günümüz İtalyan restoranlarında yemekten sonra servis ediliyor. Alkol oranı yüzde 40-45 arası değişebilen grappa’nın, dört farklı çeşidi var. Benim ağız tadıma pek uygun olmayan bir içki. İster beyaz, ister siyah üzümden yapılsın rengi şeffaf oluyor.
Yemeklerimizi bitirdikten sonra Bologna sokaklarının o ağır havasında, otelimizin yolunu çok fazla kaybolmadan buluyoruz:) Daha doğrusu ben de oraya gidiyordumculardan biriyle otelin kapısına kadar geliyoruz:)
TORİNO
Aslında Torino'ya güneyden dönerken uğruyoruz ama İtalya'yı kuzey güney diye iki bölümde aktarmayı seçtiğim için şimdi Torino'dan devam ediyoruz.
Torino İtalya'nın kuzey batısında Piemonte bölgesinin başkenti. Piemonte dağ etekleri demek, anlayacağınız gibi Torino dağlık bir bölgenin eteklerinde yer alıyor. Savoy Hanedanı bu bölgede yaşadığı için çok aristokrat bir şehir olarak yaşamış uzun yıllar, ama endüstrinin, özellikle araba yapımının bu bölgede yayılması (Fiat, Alfa Romeo vs.) üzerine çalışan kesimle karışarak, gururlu ama ayakları yere basan bir halk oluşmuş. Ayrıca Torino "fast food" a tepki olarak gelişen "slow food" akımının da öncüsü. Damak tadına çok önem veriyorlar.
Torino'nun simgesi Boğa |
Gerçekten de denediğimiz yerel şarapların hepsi müthişti. İnsanın adeta içtikçe içesi geliyor.
Bu arada Torino'ya gitmeden evvel ünlü gurmemiz Vedat Milor'un bir kitabında okuduğum beyaz trüf hakkında ki ilginç bilgileri sizlerle paylaşmak isterim. Beyaz trüf mantarı ekim aylarında çıkartılan ve gramla satılan (çünkü çok pahalı) bir mantar türü. Yerinin tespit edilmesi ve çıkartılması için pahalı bir arabaya eş değer köpekler yetiştiriliyor. Aslında eskiden, koku alma duyusu aşırı gelişmiş domuzlar tarafından çıkartılıyormuş fakat trüf mantarının kokusunu, domuz kokusuyla karıştıran domuzları zapt etmek çok güç olduğu için cins köpekler, domuzların yerini almış. Ne ilginç değil mi? Şu insan oğlunun ağız tadı için girişmeyeceği eziyet yok doğrusu:)
Napoli'den
sabah 9:25 de bindiğimiz uçak, 11:10 da Torino'ya iniyoruz.
www.edreams.it (biletimiz kişi
başı
64 avro). Aynı sitenin türkçesi de var ama bilet fiyatları daha yüksek.
Havaalanının
kapısından çıktığınızda şehre giden otobüslerin durağı hemen önünüzde. Biraz beklemeniz
gerekiyor. Bileti 6.5 avro karşılığında içeriden
temin edebiliyorsunuz. Porta Susa'da iniyoruz. İlk oteli
sorduğumuz
kişi
gene ben de orayagidiyordumculardan biri otelimizi görecek mesafeye kadar bizi
götürüyor. İyi şanslıyız valla! Bu arada da daha ben soru sormaya başlamadan
(demek ki cümleye hep (nerede) dov'e diye başlıyormuşum ki) Hilal "dov'e" diye
taklidimi yapıyor:) Ben de Hilal’i bayıltana kadar Chere’in “Dov'e L’amore”
şarkısını söylüyorumJ
Dov'è l'amore
Dov'è l'amore
Dov'è l'amore
Non posso parlarti della mia vita
Qui c'è la mia storia
Dov'è l'amore
Non posso parlarti della mia vita
Qui c'è la mia storia
Canterò una canzone d'amore
la canterò da solo per te
anche se sei lontana mille miglia (lontanissima)
l'amore è un sentimento troppo forte
vs..vs..:)la canterò da solo per te
anche se sei lontana mille miglia (lontanissima)
l'amore è un sentimento troppo forte
Hotel Antico Distretto'ya yerleşiyoruz. Ana cadde üzerinde temiz ve güzel bir otel. Adres: Corso Valdocco, 10 -10122 - Torino . Hemen kendimizi otele yakın restoranlardan birine attık. Mafiavari bir havası var, yerel ve şirin. Birer lazanya, ortaya bir ızgara sebze tabağı ve tabi şarap. Mmmmmm....26.50 avro ödüyoruz. Haydi Torinooo:) kalabalığı takip ederek, gelişigüzel yürümeye başlıyoruz. Torino'ya Napoli'den geldiğimiz ve de artık son durağımız olduğu için (8 gündür geziyoruz ve bayağı yorgunuz) o yüzden şehri doyasıya özgür, tabanvayla gezmeyi yeğliyoruz. Şehir haritasına baktığınızda ızgara gibi düzenli olduğunu görüyorsunuz. Bir meydandan diğerine geçiş çok kolay sadece yürümeniz yeterli.
Palazzo Madama'nın arkasında ki ortaçağ'a özenilerek yapılmış olan şato |
Sokakları dolaşa dolaşa yolumuz bizi Torino'nun meşhur binası "Mole Antonelliana"nın önüne kadar getiriyor. Şu anda Paris için
Eiffel Kulesi neyse Torino için de, 'Mole Antonelliana' o şekilde şehrin
simgesi haline gelmiş. İtalyan mimar Alessandro Antonelli tarafından yapımına
1863'te başlanan bina, sinagog yapma amacı ile inşa edilmiş, fakat daha sonra
kuleyi Torino belediyesi satın almış. Binanın yüksekliği 167,5 metre. Binasının
bittiğini göremeden ölen Antonelli, kubbenin tepesine çıkan meşhur asansörün
iyi çalışıp çalışmadığını bizzat kullanarak kontrol etmiş. Projesine de “Dikey
Rüya” adını vermiş. Anıt eser, yine 19. yüzyılda gece dış
aydınlatması havagazı ile yapılan ilk bina olmuş. Binanın diğer bir özelliği de
“Museo Nazionale del Cinema” yani Sinema Müzesini içinde barındırması.
Kapının önünde ki kuruk biraz caydırıcı da olsa beklemeye karar veriyoruz. sadece sinema müzesine girecekseniz beklemenize gerek yok (3 avro). Ama 8 kişilik asansörle terasa çıkayım diyorsanız bekleyip 6 avroyu vermeniz gerekli:)
Asansörle çıkarken Sinema Müzesine genel bir bakış atabiliyorsunuz. Biz sadece terasa çıkıyoruz. Manzara şehri tepeden kuş bakışı görmek isteyenler için güzel ama mutlaka görün demem. Bologna'daki Torre Asinelli'nin manzarası gibi etkilemiyor beni.
Asansörden Sinema Müzesi |
Mole Antonelliana'dan kuşbakışı |
Asansörle çıkarken Sinema Müzesine genel bir bakış atabiliyorsunuz. Biz sadece terasa çıkıyoruz. Manzara şehri tepeden kuş bakışı görmek isteyenler için güzel ama mutlaka görün demem. Bologna'daki Torre Asinelli'nin manzarası gibi etkilemiyor beni.
Asansörle aşağıya indiğimizde müzenin hediyelik eşya bölümüne bakıyoruz. Tabi herşey gereksiz pahalı olduğu için hiçbir şey almıyoruz. Bu arada bizim Audrey ile Audrey Hepburn'ü yan yana yakalayınca hemen fotoğraflarını çekiyorum. Çok benzemiyorlar mı Allah aşkına?:)
Bu arada gelmeden aldığımız bilgilere göre Torino'da Terra Madre - Toprak Ana gıda festivali var. Sora sora Porta Nuova'dan binip Lingotto istasyonunda inersek festivalin yapıldığı yere ulaşabileceğimizi öğreniyoruz. Fakat büyük bir hayal kırıklığı, hevesimiz kursağımızda kalıyo:( Zira giriş 20 avro!!! Sonuçta biz buraya merak ettiğimiz ve de acaba kaliteli ve uygun şarap bulup akşam içebilir miyiz diye geliyoruz. Neyse artık deyip, aynı metro ile dönüyoruz. Allahtan her yere ulaşım çok kolay.
Hava maalesef kapalı. Biz de Torino'nun en büyük alışveriş caddesi ve şehrin en canlı merkezi olan Via Roma'ya gidiyoruz.
En büyük caddesi dediğime bakmayın, Beyoğlu çok daha geniş bir cadde. Ama hep ünlü markalar. Ucuz hiç bir şey yok, tam tersi çok pahalı. Biz de birer espresso içip, yorgunluktan, boş boş çevreyi seyretmeyi yeğliyoruz. Bu da zevkli:)
Dolaşa dolaşa akşamı ediyoruz. Eeee haydi bakalım yemek vakti. Otelimize yakın güzel bir restoranı gözümüze kestirip dalıyoruz içeri. içerisi bayağı kalabalık. gene birer deniz ürünlü spagetti ve yerel bir şarap istiyoruz. Şarap "dolcetta Alba" enfes bir şey! Kesinlikle tavsiye ederim. Şişesi 15 avro. (toplam 44.60 avro).
Bir de unutmadan, Torino'dan ayrılmadan evvel bu bölgeye has, İtalyan köpüklü şarabı diyebileceğimiz, ama şampanyaya göre fiyatı çok daha uygun "Prosecco" lardan alabilirsiniz.
Oradan ayrıldığımızda her yer karanlık ve soğuk. Ama bizim yaramaz çocuğun aklı pamuk helvada kaldı. Eh ne yapalım gidip alıyoruz:)
İki Audrey yanyana:) |
Hava maalesef kapalı. Biz de Torino'nun en büyük alışveriş caddesi ve şehrin en canlı merkezi olan Via Roma'ya gidiyoruz.
En büyük caddesi dediğime bakmayın, Beyoğlu çok daha geniş bir cadde. Ama hep ünlü markalar. Ucuz hiç bir şey yok, tam tersi çok pahalı. Biz de birer espresso içip, yorgunluktan, boş boş çevreyi seyretmeyi yeğliyoruz. Bu da zevkli:)
Torino'da sonbaharı izlerken..Hilal ve ben .... |
Bir de unutmadan, Torino'dan ayrılmadan evvel bu bölgeye has, İtalyan köpüklü şarabı diyebileceğimiz, ama şampanyaya göre fiyatı çok daha uygun "Prosecco" lardan alabilirsiniz.
Ağzımda lokmayla..ŞEREFEEEEE:) |
Afiyet olsun canımcığım:) |
Sabah kalkıp da şakır şakır yağmur görünce moralimiz bozuluyor. Recep'ten bir taksi ayarlamasını istiyoruz çünkü bavullarla ordan oraya gidecek halimiz yok.. Önce bir otelden son günümüz gezelim diyerek çıkıyoruz fakat gök delinmiş ve her yer kapalı. Torino gerçekten nüfus yoğunluğu çok az olan bir şehir. Trafik de yok. Aynen gerisin geriye dönerek, kanka olduğumuz otel görevlisinin bize ikram ettiği kahveleri içerek, zaman dolduruyoruz. Sonra ver elini hava alanı. Amaaaan bir gezi daha istemeye istemeye bitiyor. Neyse başka başka güzel gezilere:))))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder