GAP
13-22 MAYIS
URFA |
Mihri'yi GAP turuna katılmaya ikna edinceye kadar imanım gevredi doğrusu. Neyse sonunda bana evet dedirttim:)
13 Mayıs akşamı önce ben, bizi güneydoğu Anadolu'ya götürecek olan otobüse Beşiktaş'tan biniyorum, sonra Mihri'yi Kadıköy'den alacağız. Gezimiz Fotogezileri ile Jolly Tur'un birlikte düzenlediği bir tur. Bize Fotogezilerinden Uğur Bey liderlik yapıyor. Kadıköy'e varıyoruz varmasına da, araba bozuluyor Kadıköy'den ayrılamıyoruz. Kadıköy evlendirme dairesinin orada, daha Hatay'a gidemeden Hatay künefecisinde ön çalışmalara başlıyoruz. Tam tıkınırken, o kadar kendimizi kaptırmışız ki, yanımıza eski ahbaplardan Aygül ve Atalay ağabey geliyor. Biz onları görememişiz. Ortak tanıdılardan falan bahsederek, zaman geçiriyoruz. Neyse ki çok şirin, üniversite öğrencisi, yardımcı rehberimiz Emir, herkesi sevimli ve kibar tavırlarıyla sakinleştiriyor. Yaklaşık 2 saat rötarla yola koyuluyoruz.
Temel
hedefi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi halkının gelir düzeyi ve hayat standardını
yükselterek, bu bölge ile diğer bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını ortadan
kaldırmak, kırsal alandaki verimliliği ve istihdam imkanlarını artırarak,
sosyal istikrar, ekonomik büyüme gibi milli kalkınma hedeflerine katkıda
bulunmak olan GAP, çok sektörlü, entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma
anlayışı ile ele alınan bir bölgesel kalkınma projesi. Proje alanı Fırat ve
Dicle havzaları ile yukarı Mezopotamya ovalarında yer alan 9 ili kapsamakta: Adıyaman,
Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak. Biz Şırnak ve Kilis hariç hepsini göreceğiz.
13 Mayıs akşamı önce ben, bizi güneydoğu Anadolu'ya götürecek olan otobüse Beşiktaş'tan biniyorum, sonra Mihri'yi Kadıköy'den alacağız. Gezimiz Fotogezileri ile Jolly Tur'un birlikte düzenlediği bir tur. Bize Fotogezilerinden Uğur Bey liderlik yapıyor. Kadıköy'e varıyoruz varmasına da, araba bozuluyor Kadıköy'den ayrılamıyoruz. Kadıköy evlendirme dairesinin orada, daha Hatay'a gidemeden Hatay künefecisinde ön çalışmalara başlıyoruz. Tam tıkınırken, o kadar kendimizi kaptırmışız ki, yanımıza eski ahbaplardan Aygül ve Atalay ağabey geliyor. Biz onları görememişiz. Ortak tanıdılardan falan bahsederek, zaman geçiriyoruz. Neyse ki çok şirin, üniversite öğrencisi, yardımcı rehberimiz Emir, herkesi sevimli ve kibar tavırlarıyla sakinleştiriyor. Yaklaşık 2 saat rötarla yola koyuluyoruz.
14 Mayıs
Sabah 8:30 gibi "Maraş" dayız. Maraş deyince ilk akla gelen dondurması tabi ki. Mutlaka yiyeceğiz, ama önce bir çevreyi dolaşalım diyoruz.
Hava mı? Hava berbat, şakır şakır yağmur yağıyor. Şemsiye almadığımıza pişman oluyoruz. Neyse bize hiçbir şey engel olamaz. Öncelikle, Maraş çarşısının özelliklerini görelim diye, çarşıya dalıyoruz.
Tipik bir Anadolu şehrinin özelliklerini taşıyor: bakırcılar, semerciler, yemeniciler harika görüntüler var fotoğraf için ama yağmur o kadar azıtıyor ki, makinayı bile çıkaramayacağız, bari gidip meşhur Maraş dondurmasından yiyelim diyoruz. Yaşar pastahanesi Maraş dondurmasında en meşhur olanı. Maraş dondurmasına dünyada başka hiçbir dondurmanın sahip olmadığı özellikleri kazandıran"dövme ustalığı" burada değişik günlerde uygulamalı olarak meraklılara ve turistlere sergilenmekte: dünyanın en yoğun, en sert, en esnek ve en lezzetli dondurmasını oluşum süreciyle ilgili bilgiler veriliyor.
A bu arada söylemeyi unuttum. Dondurmadan evvel bira daha arka caddede bir kebapçıya girerek, tavuk şiş yiyoruz. Çok güzel. Neyse dondurmaarı da yedikten sonra, Adıyaman'a doğru yola çıkıyoruz. Saat 11:30 gibi Adıyaman'daki "Grand İsias" otele yerleşip, çıkıyoruz sokaklara. Ve akşama kadar Adıyaman sokaklarını arşınlıyoruz.
ADIYAMAN |
ADIYAMAN GRAND İSİAS OTEL ODAMIZDAN MANZARA |
ADIYAMAN |
ADIYAMAN GECE |
15 Mayıs
Gece 3 gibi kalkarak, Nemrut dağından gün doğumunu seyretmek üzere yola çıkıyoruz. Buralara yolunuz düşerse, mutlaka çok sıkı giyinin, çünkü korkunç bir soğuk var. Nemrut'a varmadan, bunu tahmin edemiyor insan. Biz gündüzden çarşıdan tayt bile satın alıyoruz ve yola çıkmadan bavulumda ne varsa, her şeyi üst üste giyiyorum. Yürümekte zorlukta çeksem, soğuktan donmaktan iyidir. Nemrut'un tepesine kadar araba gidemiyor, o yüzden belli bir yerde, arabadan inerek, yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz.
Gece 3 gibi kalkarak, Nemrut dağından gün doğumunu seyretmek üzere yola çıkıyoruz. Buralara yolunuz düşerse, mutlaka çok sıkı giyinin, çünkü korkunç bir soğuk var. Nemrut'a varmadan, bunu tahmin edemiyor insan. Biz gündüzden çarşıdan tayt bile satın alıyoruz ve yola çıkmadan bavulumda ne varsa, her şeyi üst üste giyiyorum. Yürümekte zorlukta çeksem, soğuktan donmaktan iyidir. Nemrut'un tepesine kadar araba gidemiyor, o yüzden belli bir yerde, arabadan inerek, yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz.
GÜN DOĞUYOR |
MİHRİ NEMRUT'TA:) |
Antik dünyanın küçük ancak güçlü ülkesi Kommagene, baba tarafı Pers Krallarından "Krallar Kralı olarak anılan Darius ile, anne tarafı Makedonya Hükümdarı Büyük İskender ile akraba olan bir prensin oğlu Mithradates Kallinikos tarafından, İ.Ö. 109 yılında bağımsız bir krallık olarak kurulmuş. Farklı topluluklardan meydana gelen ve ayrı inanç ve kültürlere sahip Kommageneliler arasındaki birliği sağlamak konusunda büyük başarı sağlayan Mithradates Kallinikos, tanrılarla olan bağını kuvvetlendireceği ve böylece ulusunu barış içerisinde yaşatacağı inancıyla ülkesinin çeşitli yerlerinde tapınaklar yaptırmıştır.
DONDUĞUMUZUN RESMİDİR:) |
2150 metre yükseklikte yer alan, dünyanın sekizinci harikası Nemrut, yüksekliği 10 metreyi bulan büyüleyici heykelleri, metrelerce uzunluktaki kitabeleriyle, Unesco dünya kültür mirasında yer almakta. Üzerinde barındırdığı dev heykeller, anıt mezar ve çevresindeki Kommagene uygarlığı eserleri ile birlikte en önemli milli parklarımızdan biri.
DONDUĞUMUZUN RESMİDİR:) |
Tabi bunları oraya gittiğimizde sevgili rehberimiz Hüseyin Serin'den öğreniyoruz. Kendisi genç yaşına rağmen bilgisi, davranış biçimi, kibarlığı ve yöre insanı olması dolayısıyla çevreyi çok iyi tanıyarak, gerçekten "iyi rehber" deyimini hak eden ender rehberlerden. Bu arada İstanbul'da hiç dikkat etmediğim bir şey öğreniyorum. "Kommagene Köfte" diye bir köfte türü varmış. Tavsiye ederim. Nefis:)
Kommagene; Yunanca
"Genler Topluluğu" anlamına gelen Kommagene, ismiyle bağdaşırcasına,
Grek ve Pers uygarlıklarının inanç, kültür ve geleneklerinin bütünleştiği güçlü
bir krallık. Toros Dağlarındaki çeşitli yolların birleştiği noktada bulunan
antik Kommagene Krallığı, Suriye'nin Kuzeyi, Hatay, Pınarbaşı, Kuzey Toroslar
ve doğuda Fırat Nehri'nin çevrelediği verimli topraklarda yer almış. Tarıma
ve hayvancılığa elverişli ve ekonomik önemi yüksek sedir ağacı ormanlarını
barındıran Kommagene topraklarının, ilk çağlardan beri yerleşim alanı olarak
kullanıldığı civardaki mağara ve arkeolojik buluntulardan anlaşılmakta.
Kommagene'nin çılgın kralı Antiochos, dağın üzerindeki 200 bin metreküplük bir kaya bloğunu elle yontturmuş ve burada kendisi için görkemli bir anıt mezar yaptırmış. Vadiden buraya taşınan taş bloklardan yontulmuş her biri 6 ton ağırlığındaki heykellerin yüksekliği 10 metreyi buluyor. Üzeri 150 metre çapında ve 50 metre yüksekliğinde kırma taşlardan koni şeklinde bir tepeyle örtülü mezarlara Roma dönemi de dahil olmak üzere, farklı dönemlerde tünel açılmışsa da, kral mezarlarına şimdiye dek ulaşmak mümkün olmamış. Ünlü Mısır firavunu Tutankhamon kadar zengin olduğu sanılan Antiochos'un Mezarı, onun zekâsı sayesinde belki de Anadolu'nun bağrında hâlâ olduğu yerde kalabilmiş bir dünya mirası.
Evet, bir çok mağara, anıt, yazıt gördükten sonra arabalarımıza atlayarak, "Cendere Köprüsü" ne varıyoruz.
CENDERE KÖPRSÜ - ADIYAMAN |
Cendere köprüsü: Kâhta ile Sincik ilçelerini bir birine bağlayan ve Adıyaman'a yaklaşık 55 kilometre uzaklıkta bulunan Roma devrinden kalma bir Antik köprü.
Eskikale
adı verilen antik yerleşim yerinde bulunan ve Roma devrinden günümüze kadar sağlam
kalabilmiş ender yapılardandır.Romalıların yaptığı 2. en geniş kemerli köprü. 120m uzunluğu, 7m. genişliği, 30
m.de yüksekliği vardır. Herbiri 10 tonu bulan 92 kaya blogundan yapılmış.
Köprü
üzerinde ki Latince bir yazıtta
belirttiğine göre Roma İmparatoru
Septimius Severus (193-211), tarafından karısı
ve iki oğlu adına yaptırılmıştır. Orijinalinde
4 adet Korint sütun vardır. Kâhta
yönündeki iki sütun Septimius Severus ve eşine,Sincik tarafındaki iki
sütunda oğullarına adanarak yapılmış. Ancak
oğlu Gata'ya ait olan sütun,onu öldüren ve kardeşine ait herşeyi yok etmek isteyen kardeş Caracalla tarafından yıktırılmış.
Şu
anda sağlam ve kullanılabilir halde olan köprüden 5 tondan büyük araçların geçmesine izin
verilmemekte. Cendere Köprüsünün sol tarafına yeni bir köprü yapılarak, araçların bunu
kullanmaları istenmekte.
REHBERİMİZ HÜSEYİN BAŞI ÇEKİYOR, MİHRİ'DE RİTMİ YAKALAMAYA ÇALIŞIYOR:) |
Cendere Köprüsü'nden sonra göreceğimiz yer "Karakuş Tümülüsü".
Bahar olduğu için yollarda hep durası ve gelincik tarlalarına kendini koyuveresi geliyor insanın. Eh biz de Mihroş'cuğumla öyle yapıyoruz:)
Otelimiz "Adıyaman Grand İsias"a dönüp, akşam yemeğimizi otelde yedikten sonra, çıkıp bir müddet dolaşıyoruz. Dönüşte otelin önünde oturuyoruz, Mihri bir çay, ben de, bira istiyorum. Az sonra yanımıza mendil satan bir çocuk geliyor, birer mendil alıyoruz. Çocuk bana o kadar garip garip bakıyor ki: "neden bakıyorsun?" diye sorduğumda, ilginç bir cevap geliyor: "Hiiiç, bira içen kadın görmedim de!" "Erkekler içiyor da, kadınlar neden içmesin?"diyorum. O kadar samimi, içten bir cevap veriyor ki "Aman ne olur onlar da içmesin!" Biz im "anaaaammmm" diye yaptığımız tezahürat karşısında, çocuk gülümseyerek uzaklaşıyor. Anadolu insanı o kadar cana yakın ki, her an her yerde bunun ispatını görebiliyorsunuz. Her şeylerini paylaşmaya hazırlar.
Eh artık yatma zamanı çünkü sabahın 3 ünden beri ayaktayız. Otelimiz gayet güzel.
16 Mayıs
Bugün önce Atatürk Barajı'nı ziyaretle başlıyoruz. O kadar geniş bir alanı kapsıyor ki, sormayı gitsin.
Atatürk
Barajı, Adıyaman ve Şanlıurfa illeri arasında, Fırat Nehri üzerinde kurulu olup,
enerji ve sulama amaçlı. 1983 yılında inşaatı başlamış olan baraj 1992 yılında
işletmeye açılıyor. 8 türbine sahip barajın yüksekliği 169 metre. 2400 MW
gücüyle yıllık 8900 GWh elektrik enerjisi üretim kapasitesine sahip. Halen inşaatı devam eden Şanlıurfa Tünelinin de
tamamlanması ile, Şanlıurfa, Harran, Mardin, Ceylanpınar, Siverek-Hilvan
ovaları ile beraber 1.43 milyon dönüm arazi sulanır hale gelecektir. Atatürk Barajı, en büyük barajımız olma özelliğni
taşıyordu, fakat 2010da, Aydın'da kurulan Çine Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Atatürk Barajı'nın bu özelliğini elinden almıştır.
Yolcu yolunda gerek diyerek Atatürk Barajı'nı izlediğimiz, seyir terasından ayrılarak Harran Evlerini görmeye gidiyoruz.
Harran'a özgü,Konik
kubbeli evleri ve Dünya’nın İlk Üniversitesi diye de bilinen “Harran Ulu Cami” kalıntılarını görüyoruz.
İSTEYEN DEVELERE BİNEBİLİYOR... |
Artık Urfa'dayız. Buradan isot alıyorum. Çok da güzel çıkıyor. Almadan evvel dikkat edin; kiremit veya boya karışmış olmasın diye uyarmışlardı.
Tarihi binlerce yıl öncesine uzanan Urfa’yla, Hz.İbrahim, Hz.Eyüp, Hz.Musa, Hz.Elyasa, Hz.İsa gibi pek çok peygamberin yolu bir şekilde kesişmiştir. Zaten bu sebepten Peygamberler Şehri diye anılır. Urfa’da yapacağımız gezimizde Hz.İbrahim’in doğduğu ve ateşe atıldığına inanılan Balıklıgöl Parkı ve çevresinde çok önemli yerler ziyaret edeceğiz. Önce, o çevrede bulunan Halil İbrahim sofrasında bir şeyler yiyip, kahvelerimizi içiyoruz.
MİHRİ HALİL İBRAHİM SOFRASININ ÖNÜNDE |
O gün bugündür
buradaki göl kutsal sayılır. Tıpkı göl gibi içindeki balıklar da kutsaldır; her
kim bu balıklardan yerse onun kör olacağına inanılır. O günden sonra gölün adı “Halil-ür Rahman” olur. Allahın Dostu
anlamına gelen bu isim Hz. İbrahimin kutsallığını yansıtır. Bugün göl hem “Halil-ür
Rahman”, hem de “Balıklı Göl” olarak anılıyor.
İbrahim için
ağlayan Nemrutun kızı Zelihanın gözyaşlarından ise Balıklı Gölün hemen yanında
küçük bir göl daha oluşur, bu gölün adı ise Zelihanın gözü anlamına gelen “Ayn-Zeliha”dır.
Bugün her iki gölün
karşısındaki tepenin üzerinde mancınık olarak kullanıldığına inanılan iki sütun
hâlâ ayakta. İnanışa göre bu sütunların birinin altında bitmeyen su, diğerinin
altında ise bitmeyen altın bulunuyor; biri yıkılırsa Urfa altına, diğeri yıkılırsa
Urfa için altın kadar değerli olan suya gömülecek kent. Balıklı Gölün hemen
yanı başında yer alan ve Eyyubiler Devletinin kurucusu Salahaddin Eyyubinin
yeğeni Melik Eşref tarafından 1211 yılında yaptırılan Halil-ür Rahman Cami ise,
gölün doğal güzelliğine mimari estetik katıyor.
Balıklı Göl efsanesi:
Dönemin
Babil hükümdarı, hükümdarlara Nemrut deniliyor, rüyasında çok parlak bir yıldız
görür. Rüyadan çok etkilenen Nemrut, rüyasını yorumlatır. Yorumcuları, o yıl
dünyaya gelecek bir erkek çocuğunun Nemrut’un hükümdarlığını elinden alacağını
söyler. Bunun üzerine Nemrut, o yıl doğan bütün erkek çocuklarının öldürülmesi
talimatını verir. Hz. İbrahim’in babası Nemrut’un bu talimatından haberdar
olduğundan karısını doğum yapması için surların dışında bir mağaraya götürür. Annesi
Hz. İbrahim’i mağarada bırakarak surlara döner, geri geldiğinde dişi bir
ceylanı oğlunu emzirirken bulur. Hz. İbrahim 10 yaşında baba evine getirilir. İslamı
yayma amaçlı Hz. İbrahim, putlara karşı mücadele başlatır. Bunun üzerine Nemrut,
Hz. İbrahim için ölüm fermanı verir. Urfa kalesinin altında, çevrede bulunan
tüm odunları toplatan Nemrut, Hz. İbrahim’in çok büyük bir ateşte yakılmasını
emreder. Fakat ateş o kadar büyük olur ki, kimse yanaşamaz. Bunun üzerine Hz.
İbrahim’i bugünkü kalenin bulunduğu tepeden mancınıkla ateşe atarlar. O anda
Allah katından “serin ol” diye bir emir gelir ve ateş suya, odunlar da balığa
dönüşür.
Gölün içi gerçekten de balık kaynıyor. Gelen ziyaretçiler bu balıkları besliyorlar.
Hava yağışlı, yağmur yağdı yağacak. Bir kararıyor, sonra tekrar açıyor. Demek ki bu taraflarda, bahar da yağmur oluyor.
Nitekim "Mevlid-i Halil Camii"ni gezerken öyle bir yağmura yakalanıyoruz ki, bileklerimize kadar suya batıyoruz. Sonra gene güneş çıkıyor. Urfa'nın biraz da çarşılarını dolaşalım, derken, yolumuz "Gümrük Han"a düşüyor. Gümrük Han, Urfa’nın Haşimiye Meydanının yakınında yer alıyor. Kanuni Sultan Süleyman Zamanında 1563 yılında Urfa sancak Beyi Halhallı Behram Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı ortada avlu ve etrafında iki katlı odalar yer almakta. İki renkli taş kullanıldığından “Alaca Han” adıyla da biliniyor. Burada Urfa'ya özgü, üzeri deri şeritli ya da rahle biçiminde tabureler kullanılıyor. Avlusunda güneşli günlerde gölgesinde serinleyeceğiniz, asırlık ağaçlar mevcut. Fakat hava yağışlı olduğu için biz birinci katın korunaklı kısmında oturarak, birer güzel sıcacık çay içiyoruz. Isınıp, yeterince kuruduğumuzu düşündüğümüzde, yallah çarşılara. Akşamı etmeden otelimize dönüyoruz.
MİHRİ SULTAN |
Akşam Urfa'nın meşhur sıra gecesine gideceğiz. Genellikle kış gecelerinde, birbirine yakın yaş grubundaki gençlerin veya orta yaşlardaki arkadaş gruplarının, her hafta bir başka arkadaşın evinde olmak üzere, haftada bir akşam, belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara Şanlıurfa'da “sıra gecesi” denmekte. Kısaca; “sıra gecesi” bir arkadaş grubunun haftada bir olmak üzere bir araya geldikleri toplantılar. Bizden 30ar TL alınıyor; buna gösteri ve bir içecek dahil.
Bir konağın üst katında geniş bir salona alınıyoruz. her yer halı ve duvar dipleri minder. Herkes yerleştikten sonra ne içeceğimiz soruluyor. Ben bira, Mihri rakı istiyoruz. Sonra ortada gösteri yapan bir davulcu ile çiğ köfte yapan birisi meydana çıkıyorlar.
REHBERİMİZ HÜSEYİN VE LİDERİMİZ UĞUR |
"Mırra", Tüm Arap
coğrafyasına özgü, birkaç kez demlenerek hazırlanan acı kahve. İsmi, Arapça acı
anlamına gelen مر murdan türemiş. Çok acı ve koyu olması
nedeniyle ufak bardakta içiliyor. Türkiye'de de Şanlıurfa , Mardin gibi Arap
kültürünün hakim olduğu yörelerde kültürel açıdan anlamlı, sunumu özel çaba
gerektiren bir içecek. Mırra için özel bir kahve çekirdeği yok. Kahve
çekirdekleri kavrulup dibek adlı havan benzeri kaba alınıyor ve taneleri çok
inceltilmeden dövülüyor. Mırraya tat vermesi amacıyla karışıma kakule
katılabilir. Şekersiz içildiği için hazırlanırken tatlandırılmamakta. Mırra
geleneksel olarak kulpsuz, küçük tek bir fincan ile servis ediliyor. Serviste yaş
olarak büyükten küçüğe doğru giden bir sıra takip edilir. Kahveyi servis eden
kişi sırası gelen konuğa bir içimlik, fincanın aşağı yukarı yarısına gelecek
kadar mırra doldurur. Konuk kahveyi içtikten sonra yine aynı miktarda kahve
doldurulur. İkinciyi de içen konuk, fincanı servis eden kişiye geri verir.
Kahveyi servis eden kişi her servisten sonra bardağı siler ve bir sonraki
konuğa aynı fincanla ikramda bulunur. Belirtildiği üzere kahvesini bitiren
konuk fincanı kahveyi servis edene geri verir. Rivayetlere göre fincanı masaya
ya da yere koyan kişi şunlardan bir veya birkaçını yerine getirmekle
yükümlüdür:
Fincanı altınla
doldurmak
Kahveyi servis
edenle evlenmek
Kahveyi servis
edeni evlendirmek
Kahveyi servis
edenin çeyizini düzmek. İyi valla çok beğendim:)
16 Mayıs
Sabah otel odamızın penceresinden, fotoğraf çekiyorum
Arabalarımıza binip Mardin'e doğru yol alıyoruz. Gideceğimiz yer, "Deyrulzafaran Süryani Manastırı". Deyrulzafaran
Manastırı gezimizde Kilise, Tıp Okulu, Sin Tapınağı, Vaftizhane ve “Kutsalların
Kutsalı” anlamına gelen Kuduşkudşin (Patriklerin Mezarlığı) bölümünü göreceğiz.
Darulzafaran Manastır'ı, Mardin'in mutlaka görülmesi gereken yerlerinin başında geliyor. Girişte Kafe ile birlikte hediyelik eşya satan küçük dükkanlar var. Biz biraz soluklanmak için kafesinde oturarak zafaran çayından tadıyoruz. Nefffiiisss! Zafaran çayının içinde safran bitkisine ek olarak karanfil, tarçın, bamya çiçeği ve zencefil varmış. Baharat sevenlerin kesinlikle denemeleri gerek, seveceklerini düşünüyorum.
Medrese ziyaretinden sonra Mardin'e gidiyoruz. Amacımız biraz ara sokaklarda dolaşıp ilginç kahverinden denemek.
Mardin Cami-i Kebir ya da Ulu Caminin yanında ki bir kafenin terasına çıkıyoruz. Ben Süryani kahvesini deniyorum. Güzel ama ben türk kahvemi tercih ederim. Alışkanlık herhalde.
Mardin'den ayrılıp Midyat'a doğru gidiyoruz. Mardin Midyat arası 66km, yaklaşık 30-40 dakika. Midyat özellikle, Süryani ustaların, gümüş işlemeciliği (telkari) ile duyurmuş adını. Küçük meydanında yaklaşık 25-30 dükkan yan yana dizilmiş. Eh tabi Mihri ie dükkanlara dalıyoruz. Ben 30 TL ye küpe ve 50TL ye bir yüzük alıyorum. Tabi telkari tarzında işlenmişler. Mihriban 'da bir yüzük alıyor 50 TL. Burada da işimiz bittikten sonra Midyat'taki otelimiz "Otel Matiat"a gidiyoruz. Biraz merkezin dışında fakat güzel bir Otel.
17 Mayıs
Aygül ile otel havuzlu denilince mutlaka gireriz niyetiyle otele büyük bir hevesle geliyoruz. Fakat maalesef henüz mevsim açılmadığı için, havuzda su yok! Eh biz de şansımıza küsüyoruz. 17 Mayıs sabahı otelden "Hasankeyf" e gitmek üzere ayrılıyoruz. Alacağımız mesafe; 43km yaklaşık, 40 dakika sürecek. Yolda manzara muhteşem, gelincik ve papatya tarlaları her yeri sarmış, görüntü her bahar olduğu gibi insanın içini umutla dolduran cinsten. Otobüsümüzde de her yöreye uygun türkü var. Hangi il sınırndan girsek o bölgenin şarkı ve türkülerini dinliyoruz. Tabi Mihriban'la habire bu senindi, ondan sonraki benimdi diye şarkı tutuyoruz. Yolculuğumuz gayet güzel geçiyor.
Hasankeyf Batman'a bağlı, iki yakasını Dicle'nin ayırdığı, çok özel bir yer. Hasankeyf, üzerinde yapılması planlanan Ilısu Barajı ile sular altında kalma ve tüm kültürel hazinesini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya. Yerleşim merkezlerinin ve 10.000 yılı aşkın tarihi bulunan kültürel varlıklarının yanında bilirkişilerce hazırlanan raporda Ilısu Barajı'nın barındırdığı bir sürü çevresel tehlike mevcut. Mesela soyu tükenen hayvanların besin ve habitatlarının yok olması, kitlesel balık ölümleri, su kalitesinde ciddi düşüş, sıtma gibi su kaynaklı hastalıklarda artış, su kaynaklı çatışmalarda artış (özellikle Türkiye ile komşu devletler arasında) gibi tehlikelerin ortaya çıkması muhtemel.O yüzden, ben de umut ediyorum ki böyle bir hataya düşülmez.
Hasankef'i de güzelce gezip, kahvemizi de içtikten sonra, otobüsümüze dönüyoruz. Yolda gene gelincik tarlaları....gelincik tarlaları....her an içinde olmak istiyor insan...
123 km sonra yani, 1saat 45 dakika sonra Siirt'teyiz. Siirt'in büryan kebabı meşhur. Büryan, biryan kelimesinden türemiş, yani etin bir yani demekmiş. Kebap, etin odun ateşi buharında tütsülenmesi esasına dayanıyor. Süresi epey uzun. Etler kuyuya odun ateşinin köz haline gelmesinden sonra asılıyor. Askıda pişen etlerin altına büyükçe bakır bir kazan konuluyor.Kemikli etler bu kazan içerisinde pişerken, bu etlerin buharıyla yukarıda, çengele asılı durumdaki ikiye bölünmüş olan kuzunun bütünü pişiyor. Askıdaki etlerin eriyen yağları alttaki bakır kazana damladıkça, oradaki kemikli etlerin pişme süresi ile askıdaki etlerin pişme süresi eşitlenmiş oluyor. yanında pilav ve pide ile geliyor. Tadı harika fakat sağlam bir mideye sahip olmak lazım, çünkü bize epey yağlı geliyor. Hatta Mihri yemiyor. Kebabın üzerine çaylarımızı lokantanın önünde dizilerek içiyoruz. Geçen insanlar bize tuhaf tuhaf bakıyorlar.
Tuhaf tuhaf bakmalarının bir nedeni de sokaklarda fazla kadın olmaması. Eh tabi sonuçta bizde yabancıyız. Ama Siirt ancak geçerken kebap yemek için uğranabilecek bir yer. Sokak da dolaşırken tezgahta satılan ilginç bir şey görüyoruz: "Içkın" ya da "Yayla muzu". Kilosu 3 lira. Haziran sonuna kadar tezgahlarda görebiliyorsunuz. Soyularak yeniyor. Bağırsaklara iyi geliyormuş.
Mayhoş bir tadı var. Ben çok beğeniyorum. Otobüste yemek üzere yanımıza da alıyoruz ama Mihri pek yemiyor, hepsini ben bitiriyorum. Bitlis'e doğru devam ediyoruz. Siirt Bitlis arası 97 km. Bitlis'de 5 minare türküsüyle şehre giriyoruz. Bana çok karanlık ve iç karartıcı görünüyor. Ana cadde çok dar, caddenin iki yanındaki natamam binaların ikinci katlarında şalvarlı adamlar kahvelerde oturuyorlar.

Ahtamar'dan ayrılıp, motorlarla sahile geri dönüp yemeğimizi yiyoruz. Yemekte, Van'a özgü "inci kefali" var. Yanında da salata ve bira.
Yemeğimizi yedikten sonra, Urartu halı dokuma ve satış mağazasına gidiyoruz. Oradan Mihriban bir kapı ya asılan separatörden alıyor, ben de "rah rah" denilen kürt kiliminden alıyorum.
Bu arada, rah rah; yol yol demekmiş. Yaklaşık; 1mx 1.5m, 500 TL ya satın alıyorum. Dokuma tezgaharına bakıyoruz, kahvemii de içtikten sonra oradan ayrılıyoruz.
Oradan "Tuşpa" yani "Van Kalesi"ne çıkıyoruz. kaleden pek bir şey kalmamış.
Van Kalesinden sonra, Van merkeze iniyoruz. Otel yakınlarında ki, Atasay Kuyumculukta Mihri ile 200TL ye birer tane kolye alıyoruz. Gümüş ve antik taşlardan yapılmış ;öyle diyorlar tabi, biz de inanmaya hazırız. Alıyoruz.
19 Mayıs
Sabah otelimizde alınan açık büfe kahvaltı sonrası istikametimiz Güneydoğunun en büyük ve önemli kentlerinden "Diyarbakır" . Bitlis'den geçerek, Siirt’e bağlı Ziyaret beldesinde ünlü İslam sufisi ve anne sevgisinin timsali sayılan Veysel Karani Türbesi’nde kısa bir mola veriyoruz.
Veysel Karani hazretlerinin türbesini d ziyaret ettikten sonra, yola devam. Bu sefer hedefimiz "Malabadi Köprüsü".
Yolda önce "Kazım Usta"da kebaplarımızı yiyoruz, sonra tatlı yemeğe Mado'ya davetli olarak gidiyoruz. Dondurması vede bahçesi çok güzel.
Kalenin alt kısmı da kullanılıyor. Kafe haline getirilmiş. Oraya da bir göz atıyoruz.
Diyarbakır çarşısına dalıyoruz. Gözlerimiz yoruluyor. Her yer rengarenk, adeta bir renk cümbüşü. Dallı güllü, parlak ve cart renklerden çok hoşlanıyorlar. Tabi pul ve boncukları da ihmal etmemek gerekir.
Önce alış veriş yapacaklar için, kocaman bir bakırcı dükkanını ziyaret ediyoruz.
Yaş 35 ve Haydi Abbas şiirlerinin şairi Cahit Sıtkı
Tarancı’nın Müze Evi'ni ziyaret ediyoruz.
Anadolu’nun en eski camii ve İslam dünyasının 5.Harem-i Şerifi olarak bilinen "Diyarbakır Ulu Camii" ni ziyaret ediyoruz. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuş.
Diyarbakır'da bulunan hanlar Osmanlılar döneminde yapılmış olup, bu devrin mimarisinin en güzel örneklerinden. Bu yapılardan günümüze ancak üç tanesi ulaşabilmiş. Bunlar; Deliller Hanı (Hüsrev Paşa Hanı), Hasan Paşa Hanı ve Çifte Han'dır. Bizim durağımız, güzel birer kahve ve çay içip dinleneceğimiz, otantik "Hasanpaşa Hanı".
Osmanlılar zamanında Diyarbakır'da valilik yapmış olan Sokullu'nun oğlu Vezir-zâde Hasan Paşa tarafından 1572-1575 yılları arasında yaptırılmış. Hasan Paşa Diyarbakır'da ilk olarak kuyumcular için bir çarşı yaptırmış. Daha sonra Ketenciler adıyla bilinen ancak günümüze ulaşamamış çarşıyı yaptırmış. Kuyumcular Çarşısı'nda yapılan hasır bilezikler, haplar, kişnişli gerdanlıklar, avizeler, hançerler vb. parçalar, Ketenciler Çarşısındaki dükkânlarda satılırmış. Hasan Paşa, bu iki çarşıya ticaret için gelenlerin gecelemeleri için bir han da yaptırmıştır.
1612 yılında Diyarbakır'ı ziyaret eden Polonyalı Simeon, şehre geldiği zaman indiği Hasan Paşa Hanı'nı, "... Muazzam kârgir bir bina olan bu hanın 500 beygiri barındırabilecek yer altında iki ahırı, rengarenk demir parmaklıklarla çevrilmiş çok güzel havuzu, üç kat üzerine birçok kârgir odaları vardı..." diye yazmış.
Hasan Paşa Hanı"nın güney ve batı kapılarında tarihî iki yazıt bulunmakta. Hanın batı cephesi, allı beşik tonozlu dükkânlarla üst katında taşan iki süslü pencereyle dışarı açılan orta kısmı, yapının genel çizgilerini tamamlamakta.
Akşam "Malabadi Otel"de bitiyor. Şehir içerisinde 4 yıldızlı kötü bir otel. Odalar çok dar, ne kapılar kapanıyor, ne ışıklar yanıyor. Kısacası tavsiye edilecek bir otel değil. Yemekten sonra çevrede şöyle bir yürüyüş yapalım diye çıkıyoruz fakat, etrafta görülesi bir şey yok. Geri dönüp yatıyoruz.
20 Mayıs
Balığımızı da gayet güzel bir restoranda yedikten sonra oradan oradan ayrılıyoruz. Yolda manzarasını beğendiğimiz bir noktada fotoğraf molası veriyoruz.
Yola devam....Gaziantep "Zeugma Müzesi"ndeyiz.
ODAMIZDAN GÖRÜNTÜ |
ODAMIZDAN GÖRÜNTÜ |
İsa’dan
sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran
Manastırı, muhteşem mimarisi yanında Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden
biridir. 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgah
yeriydi.
Üç
kattan oluşan manastır, Mardin’in 4 kilometre doğusunda, şirin bir dağ yamacın
da, Mardin Ovasına hakim bir noktadadır.
Manastır,
Milattan önce Güneş Tapınağı, daha sonra da Romalılarca kale olarak kullanılan
bir kompleks üzerine inşa edildi. Romalılar bölgeden çekilince Aziz Şleymun
bazı azizlerin kemiklerini buraya getirterek kaleyi manastıra çevirdi. Bu
nedenle Manastır, önceleri Mor Şleymun
Manastırı olarak bilini- yordu. Daha sonra, Mor Hananyo Manastırı olarak tanınıyor. Mor sözcüğü Süryanice, Aziz demek. 15. yüzyıldan sonra da Manastır’ın
etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisinden dolayı Manastır, Dey- rulzafaran
(Safran Manastırı) adı ile anılmaya başlandı.
İç ve dış
mekanların taş işçiliğini görmeniz gerek! Anlatılır gibi değil. Günde 3 kez
ayin yapılıyor. Yaşayan cemaat var. 1876 yılında Manastır’a ilk matbaa Patrik 4. Petrus tarafından getirilmiş. İbrahim
Müteferrika’dan çok önce.
TAŞ İŞÇİLİĞİ GERÇEKTEN MÜTHİŞ |
Darulzafaran Manastır'ı, Mardin'in mutlaka görülmesi gereken yerlerinin başında geliyor. Girişte Kafe ile birlikte hediyelik eşya satan küçük dükkanlar var. Biz biraz soluklanmak için kafesinde oturarak zafaran çayından tadıyoruz. Nefffiiisss! Zafaran çayının içinde safran bitkisine ek olarak karanfil, tarçın, bamya çiçeği ve zencefil varmış. Baharat sevenlerin kesinlikle denemeleri gerek, seveceklerini düşünüyorum.
Aklım geride
kalarak, manastırdan ayrılıyoruz. Benim niyetim Allah kısmet ederse bu
manastıra tekrar gelmek. Arabalardan Mardin şehri görününce, fotoğraf çekmek
için iniyoruz. İşte o meşhur Mardin karşımda. Fakat şunu anlıyorum ki, Mardin
tek başına bir geziyi hak eden ender illerimizden. Hele de tek tek dükkanlara
girip, kurutulmuş pekmezdi, türlü değerli taşlardan tespihlerdi, bir de şurada
bir kahve de oturup, mırra veya Menengeç Kahvesi (antep fıstığından yapılıyor)
içeyim diyorsanız, kesinlikle bir tek bu şehir için gelinmeli. Bu arada, Türk
kahvesi de çok güzel, içine kakule konuyor. Mardin'de çerez kültürü çok
gelişmiş. Şeker kaplı badem, karpuz çekirdeği, tuzlu leblebi, tuzlu badem hepsi
çok lezzetli. Fakat zamanımız kısıtlı olduğu için Mardin'in meşhur yemeklerini
tadamıyoruz. Halbuki: Bademli pilav, Sembusek (bir çeşit kapalı lahmacun),
kaburga dolması, haşlama ve kızartma içli köfte, mumbar, keçi peynirleri ve
kırma zeytinlerinden tatmak isterdim. Neyse artık bir daha ki sefere:)
İkinci olarak, "Kasımiye Medresesi"ne varıyoruz. Kasımiye Medresesi mükemmel mimarisiyle, 700 yıllık bir tarihe sahip. Orada hem dini, hem fenni ilimler icra edilmiş. Medrese duvarlarInda astronomi ve tıp
bilimine ait simgeler mevcut. Artukoğulları zamanında yapımına başlanmış,
Akkoyunlu hükümdarı Cihangirin oğlu Sultan Kasım tarafından tamamlanmış.
Rivayete göre; Kasım Paşa’nın kız kardeşi, Kasım Paşa katledildiğinde, kanlı
gömleğini ağıtlar eşliğinde bu eyvanın duvarlarına sürmüş ve duvarlardaki kızıl izlerin, bu kan izlerine ait olduğu söyleniyor.
Yine rivayetlere
göre medresenin avlusundaki havuzda akan su tasavvufi bir anlam taşımakta.
Suyun akışı ile doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrası simgelenmiş.
Çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu ve
suların bir havuzda toplanması ölümü temsil etmekte. Daha sonra bu su kanallarla
Mezopotamya’ya akıtılıyor ve bu da toprakta tekrar can buluyor.
Kasımiye Medresesi değişik bir mimari ile tasarlanmış; gün doğduktan, batana
kadar, tüm derslikler güneş ışığından faydalanabiliyor. Öğrenci hocasının
huzuruna girerken başını eğsin, hürmette kusur etmesin diye, dersliklerin kapı
yüksekliği bir metreden biraz fazla. Velhasıl Kasımiye Medresesi; Orta Asyadan gelen sembolizmin, İslam felsefesi
ile kucaklaştığı bir şaheser.
MEDRESENİN ÖNÜNDEN, MİHRİ BİZE UĞURLU GELSİN DİYE, BİRER BİLEZİK ALIYOR:) |
MARDİN ULU CAMİ - CAMİ-İ KEBİR |
![]() |
MİHRİ, BEN, DERYA KAHVEDE DİNLENİRKEN... |
Eski PTT
binasının önündeyiz. Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu Uygulama Oteli'ne
dönüştürülmesi için Artuklu Üniversitesi tarafından restorasyon ve tadilat çalışmaları hızla devam ediyor. Bizde içeri girip bir bakalım diyoruz. Burası da müthiş bir bina.
Mardin'den ayrılıp Midyat'a doğru gidiyoruz. Mardin Midyat arası 66km, yaklaşık 30-40 dakika. Midyat özellikle, Süryani ustaların, gümüş işlemeciliği (telkari) ile duyurmuş adını. Küçük meydanında yaklaşık 25-30 dükkan yan yana dizilmiş. Eh tabi Mihri ie dükkanlara dalıyoruz. Ben 30 TL ye küpe ve 50TL ye bir yüzük alıyorum. Tabi telkari tarzında işlenmişler. Mihriban 'da bir yüzük alıyor 50 TL. Burada da işimiz bittikten sonra Midyat'taki otelimiz "Otel Matiat"a gidiyoruz. Biraz merkezin dışında fakat güzel bir Otel.
17 Mayıs
Aygül ile otel havuzlu denilince mutlaka gireriz niyetiyle otele büyük bir hevesle geliyoruz. Fakat maalesef henüz mevsim açılmadığı için, havuzda su yok! Eh biz de şansımıza küsüyoruz. 17 Mayıs sabahı otelden "Hasankeyf" e gitmek üzere ayrılıyoruz. Alacağımız mesafe; 43km yaklaşık, 40 dakika sürecek. Yolda manzara muhteşem, gelincik ve papatya tarlaları her yeri sarmış, görüntü her bahar olduğu gibi insanın içini umutla dolduran cinsten. Otobüsümüzde de her yöreye uygun türkü var. Hangi il sınırndan girsek o bölgenin şarkı ve türkülerini dinliyoruz. Tabi Mihriban'la habire bu senindi, ondan sonraki benimdi diye şarkı tutuyoruz. Yolculuğumuz gayet güzel geçiyor.
Hasankeyf Batman'a bağlı, iki yakasını Dicle'nin ayırdığı, çok özel bir yer. Hasankeyf, üzerinde yapılması planlanan Ilısu Barajı ile sular altında kalma ve tüm kültürel hazinesini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya. Yerleşim merkezlerinin ve 10.000 yılı aşkın tarihi bulunan kültürel varlıklarının yanında bilirkişilerce hazırlanan raporda Ilısu Barajı'nın barındırdığı bir sürü çevresel tehlike mevcut. Mesela soyu tükenen hayvanların besin ve habitatlarının yok olması, kitlesel balık ölümleri, su kalitesinde ciddi düşüş, sıtma gibi su kaynaklı hastalıklarda artış, su kaynaklı çatışmalarda artış (özellikle Türkiye ile komşu devletler arasında) gibi tehlikelerin ortaya çıkması muhtemel.O yüzden, ben de umut ediyorum ki böyle bir hataya düşülmez.
123 km sonra yani, 1saat 45 dakika sonra Siirt'teyiz. Siirt'in büryan kebabı meşhur. Büryan, biryan kelimesinden türemiş, yani etin bir yani demekmiş. Kebap, etin odun ateşi buharında tütsülenmesi esasına dayanıyor. Süresi epey uzun. Etler kuyuya odun ateşinin köz haline gelmesinden sonra asılıyor. Askıda pişen etlerin altına büyükçe bakır bir kazan konuluyor.Kemikli etler bu kazan içerisinde pişerken, bu etlerin buharıyla yukarıda, çengele asılı durumdaki ikiye bölünmüş olan kuzunun bütünü pişiyor. Askıdaki etlerin eriyen yağları alttaki bakır kazana damladıkça, oradaki kemikli etlerin pişme süresi ile askıdaki etlerin pişme süresi eşitlenmiş oluyor. yanında pilav ve pide ile geliyor. Tadı harika fakat sağlam bir mideye sahip olmak lazım, çünkü bize epey yağlı geliyor. Hatta Mihri yemiyor. Kebabın üzerine çaylarımızı lokantanın önünde dizilerek içiyoruz. Geçen insanlar bize tuhaf tuhaf bakıyorlar.
Mayhoş bir tadı var. Ben çok beğeniyorum. Otobüste yemek üzere yanımıza da alıyoruz ama Mihri pek yemiyor, hepsini ben bitiriyorum. Bitlis'e doğru devam ediyoruz. Siirt Bitlis arası 97 km. Bitlis'de 5 minare türküsüyle şehre giriyoruz. Bana çok karanlık ve iç karartıcı görünüyor. Ana cadde çok dar, caddenin iki yanındaki natamam binaların ikinci katlarında şalvarlı adamlar kahvelerde oturuyorlar.
BİTLİS |
BİTLİS |
BİTLİS MİNARELERİNDEN BİRİ |
Bitlis'in kuzeyinde, Tatvan İlçesinin sınırları içerisinde yer alan
ve yüksekliği 2935 m. olan Nemrut Dağı, volkanik bir dağ. Bir doğa harikası
olan Nemrut Dağı her yıl özellikle yaz aylarında çok sayıda yabancı ve yerli
turist tarafından gezilmekte. Nemrut Dağı krater alanı içerisinde yer alan
Nemrut Gölü, büyüklük bakımından ülkemizin birinci , dünyanın ise ikinci en
büyük krater gölü unvanına sahip. Bitlis'e 27 km., Tatvan'a ise 13 km.
uzaklıkta bulunan dağa Tatvan - Çekmece Köyü ve Ahlat - Serinbayır köyü
yollarından arabayla rahatlıkla çıkılabilmekte. Fakat bizim vaktimiz yok maalesef es geçmek orunda kalıyoruz. Nemrut krater gölü de bir dahaki sefere kalanlar listesine giriyor.
Yolumuza devam ederek, Van'a doğru yol alıyoruz. Evet sonunda Van gölüne ulaşıyoruz. Aylardan mayıs, dağların zirveleri karlı. O kadar güzel bir manzara ki görmek lazım.
"Ahlat" a varıyoruz. Ahlat; Süphan ve Nemrut dağları arasına ve Van Gölü’nün kuzeybatısına, bütün güzelliğiyle yerleşmiş. Ahlat, Bitlis il sınırları içinde yer alan, kahverengi taşlarıyla, mavi deniziyle, yemyeşil doğasıyla, Selçuklu mezar
taşlarıyla, yine her köşesinde Selçuklulara ait tarihi eserleriyle muhteşem bir belde.Tarihte önemli
dönüm noktalarından biri olan 1071 Malazgirt Muharebesi sırasında ilk zafer
Ahlat’tan kazanılmış, Bizanslıların önem verdiği kutsal savaş haçı buradan
Bağdat’a Abbasi halifesine gönderilmiş. Ayrıca İslamiyet’in yayılma dönemi ve
Türklerin batıya geçişlerinde Ahlat hep önemli rol oynamış.
Efsaneye göre; Ahlat, Urartu hükümdarlığı döneminde Med saldırısında düşmüş, Urartu
hükümdarı Lat, ağır yaralanmış. Kızı babasının başını dizine koyup hem gözyaşı
dökmüş hem de: “Ah… Lat! Ah… Lat!” diye ağlamaktaymış. Hükümdar bu arada hayata
gözlerini yummuş ve ismini de bilmeden
bu ilçeye vermiş:)
Ahlat taşı: Nemrut dağından
püsküren lavlar soğuduğu zaman işlemeye elverişli hale gelir. Toprak altından
çıkartıldığında kısmen yumuşak olan bu taş sonradan sertleştiği için işlenmesi
rahat ve kolaydır. Bu nedenle iç ve dış yapılarda, Ahlat taşı vazgeçilmez bir
yapı malzemesidir.
SELÇUKLU MEZAR TAŞLARI - AHLAT |
Ahlat Müzesini de gezdikten sonra, arabamıza binip, inanılmaz bir "gölde gün batımı" manzarası eşliğinde, Van ilinin merkezine doğru ilerliyoruz.
Van'a
ulaştığımızda, "Otel Akdamar"a yerleşiyoruz: Van Merkez
Kazım Karabekir Cad. 9, 65100 Van. Otelimiz cadde üzerinde, çok merkezi
bir yerde. Çok yakınımızda, otelle aynı hizada, köşede "Ayça
Pastahanesi" ne gidiyoruz.
Kanka olduğumuz Derya'da bizimle birlikte
geliyor. Ayça Pastahanesinin, dondurmaları ve tatlıları harika. Yorulduğumuzu
fark ederek, gece gezmemize son vererek, otele gidip yatıyoruz.
18 Mayıs
Sabah kahvaltıdan sonra, yollara düşüyoruz. "Çavuş Tepe Kalesi ve Nekropolü"ne gidiyoruz. Eski
yerleşimlerde, kent dışında yer alan toplu gömütlerin bulunduğu mekana nekropol deniliyor.
Yani doğada bizden de güzel çiçekler var. Şaka bir tarafa insan, çiçeklerin türlerinin, renklerinin çeşitliliğine hayran kalıyor.
Van Gölü "Ahtamar Adası" na gidiyoruz. Motorlara biniyoruz. Gölün rengi insana huzur veren bir yeşil. Babamın gözlerini hatırlattı bana nedense.Belki de huzur kelimesi anımsatmıştır. Babacığım seni seviyorum:)
Akdamar Adası
(Ahtamar, Ağtamar, Akhtamar biçimlerinde de yazılır; Ermenice: Աղթամար), Türkiye’nin Van ve Bitlis illeri arasında
bulunan Van Gölü’nün içinde yer alan en büyük adadır. Van’ın Gevaş ilçesi
sınırları içerisinde yer alan adada Ermeniler´den kalma bir kilise bulunur.
Yüzölçümü 70,000 metrekare olan adanın toplam kıyı uzunluğu 3 kilometreyi
bulmaktadır. En yüksek noktası deniz seviyesinden 1912 metre yüksekte bulunan
adanın batı uçlarında yüksekliği 80 metreye ulaşan dik kayalıklar vardır.
AHTAMAR ADASI |
Rivayete göre,
zamanında bu adada yaşayan baş keşişin güzelliği dillere destan Tamara adında
bir kızı vardır. Adanın çevresindeki köylerde çobanlık yapan Müslüman bir genç
bu kıza âşık olur. Bu genç Tamara’yla buluşmak için her gece adaya yüzer.
Tamara ise ona gece karanlığında yerini belli etmek için onu bir fenerle
bekler. Bundan haberdar olan kızın babası, fırtınalı bir gecede elinde fenerle
adanın kıyısına iner ve sürekli yer değiştirerek gencin boşuna yüzüp, gücünü
yitirmesine neden olur. Yüzmekten gücünü yitirip, yorulan genç çoban boğulur ve
boğulmadan önce son nefesiyle "Ah Tamara!" diye haykırır. Bunu duyan
kız da hemen ardından kendini gölün sularına bırakarak boğulur. Ah Tamara!
isminin dönüşerek zamanla Ahtamar biçimini aldığı anlatılır.
16. yüzyıldan
sonra sivil yerleşimin bulunmadığı adada Kutsal Haç'a (Surp Khaç) adanmış bir
Ermeni manastırı hayatiyetini sürdürmüştür. 19. yüzyıl sonlarında 300 civarında
keşişin ikamet ettiği manastır, 1895 ve 1915 olaylarından sonra terkedilmiştir.
Ermeni
Kilisesinin ruhani başkanlığı olan Gatoğigosluk makamı 10. yüzyıl ortalarından
1101 yılına kadar Ahtamar Adasında bulunmuştur. Makamın 12. yüzyılda Kilikya'ya
taşınmasından sonra da Ahtamar Kilisesi 19. yüzyıla dek önderlik iddiasını
devam ettirmiştir.
Ahtamar'dan ayrılıp, motorlarla sahile geri dönüp yemeğimizi yiyoruz. Yemekte, Van'a özgü "inci kefali" var. Yanında da salata ve bira.
İnci kefalı ya da
Van balığı, ortalama 20 cm boya ve 70 g ağırlığa sahip,
sazangiller
familyasından, Van Gölü’nün tuzlu ve yüksek derecede sodalı (tuzluluk %0.19, pH
9.8) sularında yaşayabilen endemik bir balık türü. Adı kefal olmasına rağmen,
aslında o sazangillerin bir üyesi. Halen birçok coğrafya, zooloji ve balık
sistematiği kitaplarında Van Gölü’nde yaşamadığı, sadece akarsuların göle
dökülen kısımlarında yaşadığı iddia edilir. Van Gölü; sularının taşmasıyla,
efsane canavarıyla sık sık gündeme geldi ama, balığı ile ancak yeni yeni
duyulmaya başlandı.
Yemeğimizi yedikten sonra, Urartu halı dokuma ve satış mağazasına gidiyoruz. Oradan Mihriban bir kapı ya asılan separatörden alıyor, ben de "rah rah" denilen kürt kiliminden alıyorum.
Bu arada, rah rah; yol yol demekmiş. Yaklaşık; 1mx 1.5m, 500 TL ya satın alıyorum. Dokuma tezgaharına bakıyoruz, kahvemii de içtikten sonra oradan ayrılıyoruz.
ARTİZİM BENİM YAAA:) |
Oradan "Tuşpa" yani "Van Kalesi"ne çıkıyoruz. kaleden pek bir şey kalmamış.
Van Kalesinden sonra, Van merkeze iniyoruz. Otel yakınlarında ki, Atasay Kuyumculukta Mihri ile 200TL ye birer tane kolye alıyoruz. Gümüş ve antik taşlardan yapılmış ;öyle diyorlar tabi, biz de inanmaya hazırız. Alıyoruz.
19 Mayıs
Sabah otelimizde alınan açık büfe kahvaltı sonrası istikametimiz Güneydoğunun en büyük ve önemli kentlerinden "Diyarbakır" . Bitlis'den geçerek, Siirt’e bağlı Ziyaret beldesinde ünlü İslam sufisi ve anne sevgisinin timsali sayılan Veysel Karani Türbesi’nde kısa bir mola veriyoruz.
Veysel Karani hazretlerinin türbesini d ziyaret ettikten sonra, yola devam. Bu sefer hedefimiz "Malabadi Köprüsü".
Malabadi Köprüsü,
Diyarbakır'ın Silvan ilçesi 20 km yakınlarında, Batman Çayı üzerinde bulunan
mervaniler döneminden kalma köprüdür.Bad ailesi tarafından 883 yılında
yapılmaya başlamış olup ( mala ) ( bad ) Timurtaş bin İlgazi bin Artuk
tarafından 1147 yılında tamamlamış 7 m. eninde ve 150 m. uzunluğundadır. Yani
Artuklular tarafından yapılmıştır. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına
değin 19 m.'dir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar
ulaşmıştır. Dünyanın en büyük taş kemerli köprüsüdür. İnşaatında gri kalker
kullanılmıştır. Köprü üzerinde netliğini yitirmiş yazı ve kabartmalar Hasankeyf
ve Cizre köprülerindekine benzemektedir.
Kemerin her iki
yanında, iç tarafta kervan ve yolcular tarafından, özellikle kışın zorlu
günlerinde barınak olarak kullanılan iki oda bulunmaktadır. Köprü nöbetçileri
tarafından da kullanılan bu odaları daha önceleri dehlizlerle yolun dipleri ile
bağlantılı olduğu, gelen kervanların ayak seslerinin bu dehlizler vasıtası ile
daha uzaklarda iken duyulduğu söylenir.
Malabadi Köprüsü
için yazılmış bir de türkü vardır. Karşı Köyden bir güzele sevdalanan garip,bu
güzeli görmek için her gün bu köprüye gider.Kız da buna sevdalanır.Bir zaman sonra
kızın babasından kızı istemeye giderler ama Fatma'nın babası çok katı ve
insafsız birisidir. Bu iki sevdalının kavuşmasına izin vermez. Bunları
öldürmeye karar verir. Ve Bir gün iki sevdalıya Malabadi Köprüsü üstünde pusu kurarlar.
O anda silahlar ateşlenir ve iki sevdalı orada ölür.Bu destan üzerine yazılan
bir türküdür bu.
Yolda önce "Kazım Usta"da kebaplarımızı yiyoruz, sonra tatlı yemeğe Mado'ya davetli olarak gidiyoruz. Dondurması vede bahçesi çok güzel.
Silvan üzerinden
Diyarbakır’a ulaşıyoruz. Tarihi boyunca Amid, Amide, Kara Amid, Diyar-ı Bekri
gibi isimlerle anılmış bu kadim şehrin, tarihi eserlerinin neredeyse tamamı,
volkanik, siyah, bazalt taşından inşa edilmiş. Dünyanın en uzun ve gösterişli
surlarından olarak bilinen Diyarbakır Surlarını ve her birine ayrı türküler
yakılmış, hala kullanımda olan devasa sur kapılarını görüyoruz; Mardin Kapı,
Urfa Kapı, Dağ Kapı..
MİHRİMAH SULTAN |
MANKENLERİM MİHRİ VE DERYA... |
Önce alış veriş yapacaklar için, kocaman bir bakırcı dükkanını ziyaret ediyoruz.
MEŞHUR DİYARBAKIR KARPUZU |
CAHİT SITKI TARANCI EVİ |
CAHİT SITKI TARANCI EVİ |
CAHİT SITKI TARANCI VE BEN:) |
Anadolu’nun en eski camii ve İslam dünyasının 5.Harem-i Şerifi olarak bilinen "Diyarbakır Ulu Camii" ni ziyaret ediyoruz. 639 yılında Diyarbakır'a egemen olan müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuş.
ULU CAMİİ -- DİYARBAKIR |
ULU CAMİİ - DİYARBAKIR |
Diyarbakır'da bulunan hanlar Osmanlılar döneminde yapılmış olup, bu devrin mimarisinin en güzel örneklerinden. Bu yapılardan günümüze ancak üç tanesi ulaşabilmiş. Bunlar; Deliller Hanı (Hüsrev Paşa Hanı), Hasan Paşa Hanı ve Çifte Han'dır. Bizim durağımız, güzel birer kahve ve çay içip dinleneceğimiz, otantik "Hasanpaşa Hanı".
Osmanlılar zamanında Diyarbakır'da valilik yapmış olan Sokullu'nun oğlu Vezir-zâde Hasan Paşa tarafından 1572-1575 yılları arasında yaptırılmış. Hasan Paşa Diyarbakır'da ilk olarak kuyumcular için bir çarşı yaptırmış. Daha sonra Ketenciler adıyla bilinen ancak günümüze ulaşamamış çarşıyı yaptırmış. Kuyumcular Çarşısı'nda yapılan hasır bilezikler, haplar, kişnişli gerdanlıklar, avizeler, hançerler vb. parçalar, Ketenciler Çarşısındaki dükkânlarda satılırmış. Hasan Paşa, bu iki çarşıya ticaret için gelenlerin gecelemeleri için bir han da yaptırmıştır.
1612 yılında Diyarbakır'ı ziyaret eden Polonyalı Simeon, şehre geldiği zaman indiği Hasan Paşa Hanı'nı, "... Muazzam kârgir bir bina olan bu hanın 500 beygiri barındırabilecek yer altında iki ahırı, rengarenk demir parmaklıklarla çevrilmiş çok güzel havuzu, üç kat üzerine birçok kârgir odaları vardı..." diye yazmış.
Hasan Paşa Hanı"nın güney ve batı kapılarında tarihî iki yazıt bulunmakta. Hanın batı cephesi, allı beşik tonozlu dükkânlarla üst katında taşan iki süslü pencereyle dışarı açılan orta kısmı, yapının genel çizgilerini tamamlamakta.
Bazalt ve kalker
taşının beraber kullanılması ve kalker taşının yatay olarak yerleştirilmesi,
yapıyı olduğundan da uzun göstermekte.
Akşam "Malabadi Otel"de bitiyor. Şehir içerisinde 4 yıldızlı kötü bir otel. Odalar çok dar, ne kapılar kapanıyor, ne ışıklar yanıyor. Kısacası tavsiye edilecek bir otel değil. Yemekten sonra çevrede şöyle bir yürüyüş yapalım diye çıkıyoruz fakat, etrafta görülesi bir şey yok. Geri dönüp yatıyoruz.
20 Mayıs
Sabah otelimizde
ki, açık büfe kahvaltının ardından Güneydoğu' nun en gelişmiş ve modern şehri
olan Gaziantep’e gidiyoruz. Gaziantep; gelişmişliği, modernliği, batılı
görüntüsüyle; doğulu kimliğini başarıyla sentezlemiş olması, Kurtuluş Savaşı
yıllarındaki kahramanca mücadelesiyle, kazanmış olduğu İstiklal Madalyası’yla,
en lezzetli mutfağın burada bulunması, birbirinden güzel tarihi ve turistik
eserleri, fıstığı, baklavası, katmeri ve kebaplarıyla bizleri bekliyor.
ÖĞLE YEMEĞİMİZİ YİYORUZ |
Halfeti siyah gül
anlamına geliyor. Geçmişte kervan yolu olarak kullanılmış. Birecik Barajı
nedeniyle evlerin yarısı sular altında kalmış...
Savaşan köyü -
Sular altında kalan cami
|
![]() |
DERYA-BEN-AYGÜL-MİHRİBAN-NERMİN TEYZE |
![]() |
GRUBUMUZUN BİR KISMI |
MİHRİ'DE HORON TEPENLERE KATILIYOR |
CANIM KARDEŞİM BENİİİİMM...MİHRİCİİİMMM:) |
BİZ HEP BİRLİKTEYDİK...OLACAĞIZ... |
"Köprü
Başı" anlamına gelen Zeugma, Gaziantep'in Nizip İlçesinin Belkıs köyünde
bulunan antik bir kenttir. Belkıs, Fırat nehrinin kolay geçilen bir noktasında
yer aldığından, tarihin en eski çağlarından bu yana çok önemli bir geçit yeri
olmuş ve tarih boyunca ticaret açısından olduğu kadar, askeri bakımından da her
zaman önemini korumuştur.
OCEANOS VE TETHYS MOZAİĞİ |
Antik çağlarda
Akdeniz haricindeki dünyadaki bütün açık denizlerin tanrısı olan Oceanos ,
denizdeki dişi unsuru sembolize eden Tethys ile birlikte yaşar. Dünyadaki bütün
ırmakların ve nehirlerin Oceanos ve Tethys'ten meydana geldiğine inanılır.
Zeugma'dan çıkarılan ve villalardan birinin havuz tabanı olduğu tahmin edilen
bu mozaikte de Oceanos ve Tethys deniz canlılarıyla çevrelenmiş olarak
betimlenmiştir. Mozaikte ayrıca yunuslara binen veya balık tutan Eroslara da
rastlanmaktadır.
BEREKET TANRISI DEMETER |
Kare sığ bir havuz içinde buğday başakları ve
çiçeklerle taçlandırılmış, sol omuzu üzerinde bereket boynuzu olan Toprak ve
ürün tanrısı olan Demeter büstünün olduğu mozaik yer alır. Burada mozaik ustası
önce suyu Fırat Nehir tanrılarının olduğu havuzdan geçirip sonra bolluk ve
bereket tanrıçası Demeter’in olduğu havuza ileterek Fırat’ın çevresine sunduğu
bolluk ve bereketi tasvir edip, ürün ve üretem denklemini kurmuştur. Ayrıca,
Demeter büstü sırasıyla sekizgen kuşak, sekizgen dalga kuşağı, doksan derece
döndürülerek iç içe geçirilen iki eşkenar dörtgen ve bu dörtgenlerin sekiz
köşesi aralarında sekiz balta betimi bulunan bezeklerin merkezindedir. Sekiz
sayısının geometrik bezeklerle verildiği bu kompozisyon köşeleri ışkın süren
bitkisel bezekli kare içine yerleştirilen dairevi bir kuşakla çevrilir. Bu
panodaki sekiz sayısı Demeter’in kızı Persophone ile ilişkili olmalıdır. Çünkü
Zeus Persophone’nin yılın üçte ikisini (sekiz ay) yani çiçek açma ve meyve
zamanını, annesi Demeter’in geri kalan üçte birini yani kışı da kocası Hades’in
yanında geçirmesi kararlaştırmıştır. Demeter efsanesinde, Persephone’den ayrılmaz. Bu anne kıza “ilk tanrıça” da denir. Bu sebeplerle
anne kız Belkıs/ Zeugma mozaiklerinde de birbirinden ayrılmamış olup, burada
Persophone sekiz sayısı kuralına göre yerleştirilen geometrik bezeklerle temsil
edilmiştir.
METİOKHOS VE PARTHENOPE MOZAİĞİ |
Belkıs
Zeugma antik kentinden 36 yıl önce kaçırılan mozaiğin, ABD`den getirilen 2
figürü, müzedeki parçasına monte edildi. Mozaiğin
kaçırılan bölümünün nerede olduğu araştırılırken, hiç beklenmedik bir yerden
gelen bilgi, dikkatleri ABD`nin Houston kentindeki Rice Üniversitesi Menil
Collection’a çekti. Menil Collection’da sergilenen 2 mozaik parçasının Türkiye
menşeli olabileceğini düşünen Kanadalı mozaik uzmanı Sheila Campbell,
fotoğrafını çekerek Kültür Bakanlığı`na gönderdi ve bir aşk hikayesinin 2 kahramanı olan; "Metiokhos" ile "Parthenope"un
yıllar süren ayrılığını sona erdirecek süreci başlattı. Menil Collection
Müdürü Paul Wınker ve Davezac`ın, mozaiğin verilmesi için, “sizdeki parçayı
bize verin, birleştirip restore edelim, bir süre sergiledikten sonra bütünüyle
iade edelim” önerisi Türkiye tarafından kabul edilmedi ve dönüş süreci başladı.
Bu arada,
ABD`den getirilen mozaiklerin canlı renkleri ve temizliği, restorasyonun kalitesi
ve tekniği açısından Türkiye’de kalan bölümünden belirgin farklılık göstermesi,
dikkatleri çekiyor.
Metiokhos ile Parthenope'un efsanevi aşkına gelince: Aslen Phrygia'lı bir delikanlı olan Metiokhos, kendisi gibi Phrygia'lı Parthenope'a ölümsüz bir aşk ile bağlanır. Fakat Parthenope, bakire kalmaya yemin etmiştir. Parthenope da onu seviyordu, ama ettiği büyük yemini de bozmak istemiyordu. Bunun üzerine; saçlarını kesti ve kendini sürgün etti. Campania’ya gitti ve orada kendini Şarap Tanrısı Dionysos’a adadı.( İtalya’nın Napoli kenti grekçe Parthenope adını bu efsaneden almıştır). Ancak cismani aşka yüz çevirenleri Aphrodithe asla affetmezdi. Bu yüzden onu kuş vücutlu, kadın başlı deniz ifriti olarak tanımlanan Siren’e çevirdi.
MÜZE GİRİŞİNDE İNSANA SUDA BALIKLARLA YÜZÜYORMUŞ HİSSİ VEREN BİR PROJEKSİYON VAR |
Yapılan kazı
çalışmalarında A, B ve C olarak üç bölümde incelenen şehrin villaları ve
çarşılarının bulunduğu A ve B bölümleri bugün Birecik Hidroelektrik Baraj gölü
altında bulunmaktadır. Henüz kazı yapılmamış C bölümünde ileride bir açık hava
müzesi oluşturulması planlanmaktadır. Antik şehir, Roma döneminden kalan
mozaikleri ile dünyaca ünlüdür.
Zeugma
kazılarından çıkarılan mozaikler Gaziantep Müzesi’nde sergilenmektedir.
Müthiş güzel bir müze, gördüğüm en güzel mozaik müzesi. Kesinlikle görülmeli. Hatta bir türk'ün bu müzeyi görmemiş olması kabul edilemez bir şey...Kesinkes görün ve ülkemizle gurur duyun.
Müzeden sonra "Gaziantep Kalesi"ne çıkıyoruz. Manzara harika. Girişten itibaren, Kurtuluş savaşına ilişkin kahramanlık sahneleri sunan heykeller var.
Müzeden sonra "Gaziantep Kalesi"ne çıkıyoruz. Manzara harika. Girişten itibaren, Kurtuluş savaşına ilişkin kahramanlık sahneleri sunan heykeller var.
Gaziantep
Kalesinin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hususunda kesin bir bilgi
bulunmamakla birlikte tarihi günümüzden 6000 yıl geçmişe, kalkolitik döneme
kadar giden bir höyük üzerinde kurulduğu, M.S II-III yüzyıllarda ise kale ve
çevresinde “Theban”isimli küçük bir kentin olduğu bilinmekte.
GAZİANTEP KALEDEN GÖRÜNÜŞ |
M.S. II-IV.
yüzyıllarda Kalenin, ilk olarak Roma döneminde bir gözetleme kulesi olarak
yapıldığı ve zaman içerisinde genişletildiği yapılan arkeolojik kazılar
neticesinde anlaşılmış. Bugünkü biçimini ise “Kaleler Mimarı” olarak
adlandırılan Bizans İmparatoru Justinyanus döneminde M.S. VI. (M.S 527-565)
yüzyılda almış.
DÖVME USTASI ATA DEMİRER'İN ZAYIFI:)))) |
SOĞANLAR O KADAR YEŞİL VE BÜYÜK Kİ; AL YE BENİ DİYOR |
GAZİANTEP MERKEZ TAHTALI CAMİİ |
YEMENİLER |
Tütün Han'da iyice dinlendikten sonra, kendimizi bakırcılar çarşısında buluyoruz.
Akşam yemeğine gidiyoruz. yemeklerin güzelliği, lezzetleri anlatılamaz. O kadar yiyoruz ki; neredeyse çatlayacağım.Sürekli bir şeyler getiriyorlar.
Yemekten sonra, Antep’in akşamını görmek için, eskilerin Ermeni Mahallesi
dediği bugünün Bey mahallesine yürüyerek gidiyoruz. Antep’in en eski ve
etkileyici sivil mimari eseri olan "Aldülkadir Kimya Evi"ni (günümüzde "Papirüs Cafe")
ziyaret ediyoruz.
KAPI SÜSLEMELERİ, DUVAR RESİMLERİ HARİKA |
![]() |
AYGÜL, MİHRİ, BEN, UĞUR |
Abdulkadir Kimya
Evi : 1856 yılında Ermeni sarraf Karanazar Nezaretyan tarafından Bey Mallesinde
iki katlı olarak yaptırılan konak, dönemin İran Ticari Konsolosluğu olarak da
hizmet vermiştir. Kurtuluş Savaşı’n sonra bölgeyi terk eden Ermenilerden sonra
Antepli zengin bir aile bu konağı satın almıştır. Atatürk’ün Gaziantep’e
geldiğinde bu evde konakladığı resmi olmasa da bilinmektedir. Odalarda
kökboyası ile yapılmış süslemeler ve resimler mevcuttur. Adı cennet olan
kubbeli büyük oda kilise olarak ta kullanılmıştır.
Bahçesi akşam çok güzel, gayet dingin bir havası var. Biz de oturup, türk kahvesi içiyoruz.
UĞUR'UN ANNESİ NERMİN TEYZE |
Gaziantep sokaklarını dolaşarak otelimize dönüyoruz.
Akşam yemeğinden sonra, oteldeki eğlencelere katılarak, epey bir ter atıyoruz:)
21 MayısAkşam yemeğinden sonra, oteldeki eğlencelere katılarak, epey bir ter atıyoruz:)
Sabah kahvaltısından sonra, Gaziantep'in meşhur sedef kakma işlerinin yapıldığı bir atölye ve mağazaya gidiyoruz.
Muhteşem sedef kakmalara doyamadan, güzergahımızı "Medusa Cam Eserler Müzesi"ne çeviriyoruz.
VALLA UĞUR DAHA İYİ ÖTÜYORDU:) |
MİHRİ VE DERYA ESKİ OBJELERİ İNCELERKEN:) |
CAM OBJELERİN YAPIMINI İZLEMEK ÇOK EĞLENCELİ |
DERYA VE TÜLAY'A, EMİR VE BEN ALKIŞLAYARAK KATKIDA BULUNUYORUZ:) |
Yastık yerine otobüsten birileri küçük bir kızın tacını veriyorlar. Ne de olsa bana daha çok yakışıyoorrrrrr:)))))))))))). Anlayacağınız iyice dağıtıyoruz.
Gaziantep Antakya arası 256 km. Antakya'ya bu benim ikinci gelişim olacak. İlk gelişimde 5 gün kalmıştım. İktisattan 4 arkadaştık. Çok iyi gezmiştik. O yüzden çevreyi iyi tanıyorum. Antakya'ya vardığımızda, şöyle bir çevreyi dolaşıp, Hristiyanlar için hac merkezi konumunda bulunan, Vatikan tarafından da Dünyanın ilk kilisesi olarak kabul gören "St.Pierre Kilisesi"ni ziyaret ediyoruz. Adres: Kuruyer Mıntıkası Küçükdalyan Beldesi Antakya-Hatay. e-posta: hataystpierremuzesi@kultur.gov.tr
SAİNT-PİERRE KİLİSESİ |
St.Pierre
Kilisesi 1963 yılında Papa 6.Paul tarafından haç yeri olarak ilan edilmiş.
HATAY VE MİHRİ |
SEVGİLİ REHBERİMİZ HÜSEYİN SERİN VE YARDIMCISI ÜN. ÖĞRENCİSİ EMİR |
Paleolitik Çağdan
itibaren zamanımıza kadar her devrin çeşitli ve tarihi vesikalarını bünyesinde
toplayan Hatay'da; ilk kez 1932 yıllarında bilimsel kazılara başlanmış.
Çalışmalarda bulunan çok sayıdaki eserlerden dolayı,
Fransız idaresinde bulunan Hatay'da görevli, Antikiteler müfettişi M.Prost'un
isteğiyle Antakya'da bir müze kurulmasına karar verilmiş. Günün modern
müzecilik anlayışına uygun olarak hazırlanan bir plana göre, 1934 yılında müzenin temeli
atılmış. 1939 yılında inşaası bitirilmiş, 23 Temmuz 1948 yılında Hatay’ın
Anavatana ilhakının 10. yıldönümünde ziyarete açılmış. 1974 yılında 2 salon daha
ilave edilmiş, en son 2000 yılında bir lahit salonu ilave edilerek salon sayısı
8’e ulaşmış. Koleksiyonunda M.Ö. 8.binden Osmanlı sonuna kadar aralıksız olarak
bütün kültür evrelerine ait eserler mevcut.
ANTAKYA LAHİTİ |
Antakya Lahiti:
Hatay ili.
Antakya ilçesi. 2. mıntıka 487 parsel sayılı taşınmazda yapılan bir temel
hafriyatı sırasında bulunmuştur.5 gün süren bir çalışma ile lahit çıkartılarak
müzeye getirilmiştir. Sidamara tipi (sütunlu) lahit için Hatay Arkeoloji
Müzesi’nde özel salon yapılmıştır. Lahitin uzunluğu 2.47 m., genişliği 1.22 m..
yüksekliği 1.20 m.dir. Antakya Lahiti’nin M.S. 265-270 yılları arasında
yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu tarihlemeyi destekleyen önemli bir delil
içinden çıkan Roma İmparatorlarından 2. Gordianus (M.S. 238) ile İmparator
Gallienus ve karısı Salonina’nın (M.S. 253-268) altın sikkeleridir. Gallienus
sikkes M.S. 260-270 yıllarında Roma’da basılmış olan, Lahtin tarihlenmesinde
önemli delildir.
Antakya'yı benzersiz ve değerli kılan bugünkü 'mozaik' yapısı gibi; mozaik müzesinde de o kadar renkli bir atmosferle karşılaşıorsunuz ki şaşmmak elde değil. Hele de mozaiklerin isimlerini görünce kendini karnavalda gibi hissediyor insan: Mevsimler
mozaiği, kuşlar, balıklar, meyveler, su perileri, hokkabazlar, nilüferler,
ördekler, çiçekler, hayvanlar, nehir ilahları mozaikleri, uyanış, keklik,
havuz başında tavuskuşu, maskeler, sevinç, işret, huzur, bahtiyar kambur, zenci
balıkçı, sarhoş dionysos, güneş saati, kutlama ve yaz mevsimi mozaikleri. Ne kadar hoş değil mi?
OKEANOS TETHYS MOZAİĞİ |
Okeanos Tethys Mozaiği :
M.S. IV. yy.
Harbiye'de bulunmuştur. Okeanos; deniz tanrısı olup Gaia'nın (Toprak ana) 12
Titan çocuklarından biri, Tethys; deniz tanrıçası, Okeanos'un kız kardeşi.
Yunanlıların
dünya görüşüne göre, yeryüzü yuvarlak ve yassı bir diske benziyordu. Okeanos’ta
bu diski çepeçevre saran aslında bir deniz değil, evrensel bir ırmak ve
ırmakların babası olarak tasarlanır. Okeanos anaforlu, dalgalı bir su olarak
düşünülür. Coğrafya bilgilerinin artmasıyla birlikte Okeanos büyük denizlere
özellikle de Atlantik Okyanusu’na verilen isim olmuştur. Hesiodos’a göre
Gaia’nın Uranos (Gök) ile birleşmesi sonucu, altısı kız altısı erkek Titanlar
(Devler) oluşur. Okeanos, Titan olmasına karşın tanrı olaylarına karışmayarak
dünyanın ucuna çekilip oraya yerleşmiştir. Hesiodos’un Theogonie’sinde Okeanos
yine bir Titan olan denizin doğurgan gücünü simgeleyen Tethys ile evlenmiştir.
Bu evlilikten sayısı 3000′i bulan bütün ırmaklar ve yine 3000 deniz kızı
(Okeanos Kızları) doğmuştur. Bu kızlar dereleri ve su kaynaklarını temsil
ediyorlardı. Bu deniz kızları arasında Styks, Asia, Metis, Dione, Filira tanrı
ya da kahramanlarla birleşmişlerdir.
Okeanos ile
Tethys tanrılardan uzak, kendilerine göre bir hayat sürerler.
HERAKLES'İN YILANLARI BOĞMASI |
Herakles’in Yılanları Boğması Mozaiği:
Bu eser Roma
Dönemi’ne (MS. 2.YY) ait. Antakya’da bulunmuş bir taban döşemesi. Eni 85
cm, boyu 87 cm. Beyaz zemine
işlenmiş, çevresi ince bir çerçeveyle sınırlandırılmış. Gücüyle ün salmış
Herakles henüz bir çocuktur ve pelerinlidir. İki boa yılanını (ki bizce,
yılanların yapısından ve figürlerin yapıldığı yer dikkate alınırsa, kara yılan
olma ihtimalleri daha yüksek) elleriyle sıkıp öldürmektedir.
BAHTİYAR KAMBUR MOZAİĞİ |
Müze o kadar renkli ki, insan nereye bakacağını şaşırıyor. İkinci gidişim olmasına rağmen, tekrar gitmeyi isteyeceğim bir yer.
HATAY MOZAİK MÜZESİ BAHÇESİ |
APOLLON VE DAPHNE MOZAİĞİ |
Apollon & Daphne Mozaiği:
M.S. III. yy.
ortalarına ait olup Harbiye'de bulunmuştur Daphne' nin Zeus’un oğlu Işık
Tanrısı Apollon'dan kaçışını anlatır.
Daphne ile
Aşk-Işık Tanrısı Apollon'un Mitolojide geçen hikayesi:
Zeus’un oğlu Işık
Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin
adı Daphne’dir. Apollon ondan hoşlanır ve konuşmak ister. Fakat Daphne,
Apollon’un içinden geçenleri anlamıştır. Kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon
kovalar. Apollon bir taraftan; “kaçma seni seviyorum” diye bağırır. Daphne ise
Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiği için korkuya
kapılır ve kaçmaya devam eder. Aralarındaki mesafe gittikçe kısalır ve bir an
gelir ki Daphne, Apollon’un sıcak nefesini saçlarının arasında duyar. Artık
kurtuluşunun kalmadığını anlayan Daphne, birden durur ve ayağı ile toprağı
kazıyarak şöyle bağırır: -“Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru.” Bu
içten yalvarış üzerine Daphne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını
hisseder. Olgun göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara
dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın
derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir. Bu manzara karşısında şaşıran
Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır
ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle
seslenir:
“Daphne, bundan
sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen
yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere
ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda,
şiirlerde adımız yan yana geçecek."
Bu tatlı sözler
üzerine Daphne, dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar.
İşte o zamandan
beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir ve Defne’nin gözyaşları
bugün hala "Harbiye"de şelaleler halinde akmaktadır.
Hatta yolunuz Harbiye'ye giderseniz, o güzel kokulu defne sabunlarından ve üzerinde, Apollon ve Dahne'nin resmedildiği pikelerden almayı unutmayın.
BAHÇEDEKİ BU MOZAİK ÇOK İLGİNÇ. NEREYE GİDERSENİZ GİDİN ADAMIN GÖZÜ SİZİ TAKİP EDİYOR. |
eşarp almanızı tavsiye ederim. Nefis model ve kumaşlarda fularlar var, özellikle benim gibi hastası olanlar, mutlaka kendilerine göre bir şeyler bulacaklardır. Bu gidişimde de tabiki, Mihri de bende bir sürüfular aldık. Fiyatları da gayet uygun. 5TL den başlıyor. Ayrıca çok güze peştamallar da bulabilirsiniz.
Harbiye Şelalerinin o rahatlatan su sesleri arasında, biralarımızı, kahvelerimizi içiyoruz.
HATAY HARBİYE'DYİZ |
NERMİN TEYZEYLE BAŞ BAŞA |
MİHRİ VE DERYA HARBİYE'DE |
HÜSEYİN, NERMİN TEYZE, BEN, MİHRİ, DERYA, MERVE SOHBETTEYİZ. |
Aynı gün içinde,
biz tabi ziyaret edemiyoruz ama sizin vaktiniz varsa; Habib-i Neccar Camii'ni,
St. Simeon Manastırı'nı, birkaç Nusayri Alevi türbesini, Samandağ'daki
Türkiye'nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı'yı, Titüs Tüneli’ni, şehrin dışındaki “Sokullu Külliyesi”ni ve Uzun Çarşıyı
mutlaka ziyaret edin. Çarşıda meşhur Hatay künefesinden deneyin. Kurutulmuş
domates alın, hem tadı istanbul’dakinde daha güzel, hem de yarı fiyatına.
Özellikle baharatlar hem taze, hem ucuz. Yemek yemek için ise “Sveyka” Yahudi restoranını: Kurtuluş
Caddesi No : 58 Antakya / HATAY ve “Anadolu
Restaurant”ı : Hürriyet Cad. No:30/A Antakya /HATAY mutlaka ziyaret ederek,
Hatay’ın o eşi benzeri bulunmaz mezelerinden tadın.
22 Mayıs
Sabah kahvaltısının ardından, Adana'ya doğru yöneliyoruz, Antakya adana arası; 191 km. Önce göl çevresinde bir gezinti yapıp fotoğraf çekiyoruz.
Adana'dan ayrılarak, İstanbul'a kadar kalan 939 kmlik yolumuzu tamamlamaya çalışacağız. Yolda molalar vererek devam ediyoruz.
Yolumuzu biraz değiştirerek, "Tuz Gölü"ne uğruyoruz. Orada bulunan çamurdan cilt bakım ürünleri bile yapmışlar.
Tekrar yola koyulma zamanı, uzuuun bir yolumuz var İstanbul'a kadar.
Gece 2 gibi ben Harbiye'deyim. Mihri'yi daha önce karşı tarafta bırakıyoruz. Derya ile ben yola devam ediyoruz. Nereden nereye? İnsanlar gerçekten kuş misali. Hatay Harbiye'den, İstanbul Harbiye'ye:) Sadece isim benzerliği. Bir seyahati daha bitirmenin verdiği hem hüzün, hem mutlulukla, baharatlarım ve kuru domateslerimle eve dönüyorum.
Görüşmek üzere:))))))))))
Sabah kahvaltısının ardından, Adana'ya doğru yöneliyoruz, Antakya adana arası; 191 km. Önce göl çevresinde bir gezinti yapıp fotoğraf çekiyoruz.
![]() |
MİHRİ, BEN, AYGÜL HAYATIMIZIN DİREĞİNİ BULMUŞKEN:) |
DERYA ÖRDEKLERİ İNCELERKEN:) |
Sabancı Merkez Camii'ni ziyaret ediyoruz.
Sabancı Merkez
Camii, Adana'nın Reşatbey semtinde, Merkez Park'ın güneyinde ve Seyhan
Nehri'nin batı kıyısında yer alan cami. 1998 yılında hizmete açılmıştır. 32
metre çaplı ana kubbesi vardır.
Halkın bağışları
ile caminin %50’si tamamlanmış, Geri kalan %50, Hacı Sabancı ve onun ölümünden
sonra Sabancı ailesi tarafından karşılanmış. Bu nedenle başlangıçta, Merkez
Camii olması düşünülen adı: “Sabancı
Merkez Camii” halini almış.
Adana'dan ayrılarak, İstanbul'a kadar kalan 939 kmlik yolumuzu tamamlamaya çalışacağız. Yolda molalar vererek devam ediyoruz.
MİHRİ, BEN, DERYA |
![]() |
DERYA VE REYHAN |
Tekrar yola koyulma zamanı, uzuuun bir yolumuz var İstanbul'a kadar.
Gece 2 gibi ben Harbiye'deyim. Mihri'yi daha önce karşı tarafta bırakıyoruz. Derya ile ben yola devam ediyoruz. Nereden nereye? İnsanlar gerçekten kuş misali. Hatay Harbiye'den, İstanbul Harbiye'ye:) Sadece isim benzerliği. Bir seyahati daha bitirmenin verdiği hem hüzün, hem mutlulukla, baharatlarım ve kuru domateslerimle eve dönüyorum.
Görüşmek üzere:))))))))))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder