Talin
ile birer francophone olarak, fransızca’nın ve Paris’in bizim yaşamımızda ayrı
bir yeri olduğu kesin. Hele de benim fransızca öğretmeni, onu çevirmen olarak, hayatımızı
da buradan kazandığımız göz önüne alınacak olursa, konunun önemi daha da
belirginleşiyor. Beraber geçirdiğimiz 8 senemizde o kadar çok şey paylaştık
ki.
Saint-Benoit’nın,
genelde sabahları sisli olan, kız bölümünün bahçesinde birbirimize anlattığımız
dersler. Yaptığımız parcœur’ler. İçimize sinen o nasıl yapacağım korkusu. Hem
çok sevdiğimiz hem de çok çekindiğimiz Sœur’leri kızdırma endişesi. Yarına bu ödevleri nasıl yetiştireceğim düşüncesi. Okulun soğuk
duvarlarından edindiğimiz sıcacık dostluklarımız. Değerine, bilincine ve bize
kattığı farklılığa sonradan vakıf olduğumuz, ama o zaman için bilinçsizce
içimize, ruhumuza sinen o kültür. O
kadar çok şeyi paylaştık ki… Hatta, ben hala Karaköy’den, okulun kapısından
geçerken bir mıknatıs gibi beni kendine çeken o ruh haline kapılmamak için epey
çaba sarfederim.
25
yıldır Paris de yaşayan Saint- Benoit’dan kader ve sınıf arkadaşımız Agavni’yi
tekrar görme fikri Talin’le beni Paris’e çeken itici güç oldu.
22
Aralık
Sabah
6.30 Lufthansa uçağı ile Atatürk hava limanından yola çıkıyoruz. Au revoir
İstanbul! Uçağımız Münih aktarmalı. Seyahatimiz çok ilginç bir güne denk
geliyor. Sarkozy sayesinde Fransa sözde Ermeni soykırımını kabul etmeyenlere
ceza uygulaması oylamasını yapıyor. Yerel saatle 10.30 gibi Paris Charles de
Gaulle hava limanına varıyoruz. Ama bizim oteli bulmamız epey zaman alıyor.
Önce kendimize 10 adetlik bir “carnet de bilet” alıyoruz, (12.50 avro). 12:30
gibi, République’de ki, 66 Rue de Malte, Paris 75011 adresli, Hotel Hibiscus’a
varıyoruz. 14:30 da giriş yapabileceğimiz için bavullarımızı bırakıp çıkıyoruz.
Paris
20 yönetim bölgesine ayrılıyor. Örneğin bizim otelin adresinde yer alan 75011,
otelin 11inci bölgede yer aldığını gösteriyor. Bu da tabi adresi harita
üzerinde bulmakta kolaylık sağlıyor. En önemli ve pahalı bölgeler en düşük nolu
olanlardan; yani Paris’in en ortasından başlıyor.
Hemen
eşyaları bırakıp “Chez Léon”a gidiyoruz. Otele gayet yakın, Place da la République’de,
yani meydanda. Burayı Paris’e gelmeden önce www.cafefernando.com sitesinden
bulmuştum. Midye severler için muhteşem bir mekan. Biz, menü olarak aldığımız
(les moules de cannemara) “Une cocotte de moule a la creme” kremalı midye
yiyoruz.
Midyelerin içini yedikten sonra dipteki kremalı sosu çorba gibi içiyorsunuz. Tek kelime ile muhteşem!. 2 sürahi de şarap içiyoruz, yanında patates kızartması var, üzerine de “crême brulée”.
Bu yemekten tam manasıyla tatmin oluyoruz (48 Avro). Otele geri dönüyoruz. Otelimiz muhteşem değil. Otele girerken, resepsiyona, acaba nerede kahvatlı edeceğiz diye sorunca cevap Talin’den geliyor; “işte arkanda masalar var orada”. Epey bir gülüyoruz. Neyse asansör çalışsın da problem değil. Çünkü odamız beşinci katta; 52 numara. Gerçi önce bize 51in anahtarını veriyorlar, fakat iki tek yatak olarak rezervasyon yaptırmıştım fakat bu odada, çift kişilik tek yatak var. Hemen resepsiyona iniyorum, bu sefer, iki ayrı yataklı, ama caddeye bakan 52 numarayı veriyorlar. Resepsiyonda ki adam , 50 defa odada bir şeye dokunmadınız, bozmadınız değil mi diye soruyor. Oda zaten 10m2 birşey. Her tarafı dağıtsak bile toplaması 2 dakika sürer. Neyse, bir anlamı vardır herhalde bu sorunun deyip, “Yok! hiç bir şeye dokunmadık!” diyorum. Oda çok küçük, ama bizim için tamamdır diye düşünüyoruz.
Buzdolabı yok. Ona da bir çözüm getirerek, daha sonra aldığımız yiyecekleri, pencerenin dışındaki ferforjelere bağlıyoruz. İşte size buzdolabı. Biz Türk’üz sonuçta çözüm çokJ Kendimizi dışarı atıyoruz.
Hedefimiz Fransanın en uygun satış mağzaları: “Tatie” ve “Monoprix”. Herhalde bir saat falan kozmetik malzemelerini incelemekle geçiriyoruz. Hele meze ve şaraplar bölümündeki çeşitlilik bizi içmeden sarhoş ediyor. Hava zaten erkenden kararıyor. Tarama, peynir “la faiselle rians, fromage blanc a campagne”, sarı peynir “mimolette vieille” çok güzel bir peynir; “merzer riche en calcium” ben sevmiyorum, ayak kokulu peynir. Ayrıca Herta marka “Tendre Noix a la broche (jambon lentement grillé) harika bir jambon. “Saumon Atlantique fumé 4-6 tranches” ise tek kelime ile müthiş. Yanına da 3 şişe şarap alıyoruz, daha doğrusu biri şampanya “Chardonnay” (depuis 1780 patriarche pere a fils) harika ve fiyatı da çok iyi. Şaraplardan bir tanesi “Ardeche 2010 Cabernet Sauvignon” diğeri “Roce Mazet cabernet Sauvignon Pays d’Oc 2010” . İkisi de nefis. Fiyatlar gayet makul, 5 Avro civarı.
Midyelerin içini yedikten sonra dipteki kremalı sosu çorba gibi içiyorsunuz. Tek kelime ile muhteşem!. 2 sürahi de şarap içiyoruz, yanında patates kızartması var, üzerine de “crême brulée”.
Bu yemekten tam manasıyla tatmin oluyoruz (48 Avro). Otele geri dönüyoruz. Otelimiz muhteşem değil. Otele girerken, resepsiyona, acaba nerede kahvatlı edeceğiz diye sorunca cevap Talin’den geliyor; “işte arkanda masalar var orada”. Epey bir gülüyoruz. Neyse asansör çalışsın da problem değil. Çünkü odamız beşinci katta; 52 numara. Gerçi önce bize 51in anahtarını veriyorlar, fakat iki tek yatak olarak rezervasyon yaptırmıştım fakat bu odada, çift kişilik tek yatak var. Hemen resepsiyona iniyorum, bu sefer, iki ayrı yataklı, ama caddeye bakan 52 numarayı veriyorlar. Resepsiyonda ki adam , 50 defa odada bir şeye dokunmadınız, bozmadınız değil mi diye soruyor. Oda zaten 10m2 birşey. Her tarafı dağıtsak bile toplaması 2 dakika sürer. Neyse, bir anlamı vardır herhalde bu sorunun deyip, “Yok! hiç bir şeye dokunmadık!” diyorum. Oda çok küçük, ama bizim için tamamdır diye düşünüyoruz.
Buzdolabı yok. Ona da bir çözüm getirerek, daha sonra aldığımız yiyecekleri, pencerenin dışındaki ferforjelere bağlıyoruz. İşte size buzdolabı. Biz Türk’üz sonuçta çözüm çokJ Kendimizi dışarı atıyoruz.
Hedefimiz Fransanın en uygun satış mağzaları: “Tatie” ve “Monoprix”. Herhalde bir saat falan kozmetik malzemelerini incelemekle geçiriyoruz. Hele meze ve şaraplar bölümündeki çeşitlilik bizi içmeden sarhoş ediyor. Hava zaten erkenden kararıyor. Tarama, peynir “la faiselle rians, fromage blanc a campagne”, sarı peynir “mimolette vieille” çok güzel bir peynir; “merzer riche en calcium” ben sevmiyorum, ayak kokulu peynir. Ayrıca Herta marka “Tendre Noix a la broche (jambon lentement grillé) harika bir jambon. “Saumon Atlantique fumé 4-6 tranches” ise tek kelime ile müthiş. Yanına da 3 şişe şarap alıyoruz, daha doğrusu biri şampanya “Chardonnay” (depuis 1780 patriarche pere a fils) harika ve fiyatı da çok iyi. Şaraplardan bir tanesi “Ardeche 2010 Cabernet Sauvignon” diğeri “Roce Mazet cabernet Sauvignon Pays d’Oc 2010” . İkisi de nefis. Fiyatlar gayet makul, 5 Avro civarı.
Odaya
geldiğimizde birer çay içelim diyoruz. Benim, Tahtakaleden 2 TL’ye aldığım ve
de buralara kadar taşıdığım değerli kahve makinamda su ısıtıp içeceğiz. Ama ne
mümkün? Prizi bulamıyoruz. Televizyon gök yüzünde, Talin duvara tırmanıp,
arkasına bakıyor, ama fişi takmak ta başarılı olamıyor. Tabi bu arada da
devamlı gülüyoruz. Belli ki orada bir priz var ama biz kullanamıyoruz. Bir tane
priz de kapıdan girer girmez hemen solda yerde. Yani çok düşünmüşler mi bu prizlerin
yerlerini diye kopuyoruz. Çare yok, iki kişi 65 Avroya ancak bu kadar. Hemen
reception a telefon açıp yardım istiyorum. Bir görevli gelip televizyonun
fişini taktıktan sonra televizyon çalışıyor. Televizyon seyredelim derken, bir
şişe şarabı bitirip, zaten yol yorgunu olduğumuz için, hemen sızıyoruz.
23
Aralık
Gece
biraz gürültü var sokakta, çünkü otelin tam karşısında ne olduğunu
anlayamadığım ama gece sürekli taşıma seslerinin geldiği bir depo var. Maşallah
sokağımızın sarhoşu da azımsanmayacak sayıda ve bol naralı.
Fakat yorgunluktan gene de uyuyoruz. Sabah, kahvaltıda; bir adet “croissant”, bir küçük ekmek, tereyağ, reçel, çay veya kahve var. Eh fena değil. Sabah kahvaltısından sonra 9:30 da otelden ayrılıyoruz.
Hedefimiz, Champs-Elysées’de ki “Marché de Noel” Noel Pazarı. Bu pazarda, en hoşumuza giden; 3-3,5 Avroya aldığımız kırmızı sıcak şaraplar.
Bu soğuk havada o kadar iyi gidiyor ki. Tezgahlar ancak 10dan sonra açılmaya başlıyor. Tatil olduğu için ortalıkta fazla insan yok. İstanbul’dan sonra bu durumdan pek de şikayet etmiyoruz.
“Petit Palais” ve “Grand Palais” yi dışarıdan ziyaret ediyoruz. İkisinde de sergi var.
Bir tanesi eski oyuncaklar üzerine: “Des Jouets et Des Hommes” diğerinde “Matisse, Cézanne, Picasso”. Biz dolaşmaya devam edip, Place de la Concorde’a varıyoruz.
Sonra geri dönerek, boydan boya, Champs-Elysées’yi arşınlıyoruz.
Sinemalar, alış veriş merkezleri, Guerlain, Cartier, Louis Vuitton gibi lüks mağazalar süslenmiş, kapıdan girecek cesaretteki müşterilerini bekliyorlar. Restoranlar, cafeler ışıklı ve kırmızı ağırlıklı süslerle donanmış.
Bir ara karnımız acıktığında, banklardan birine oturarak, İstanbuldan aldığım mataralarımıza akşamdan doldurduğumuz kırmızı şaraplarımızı ve eşliğinde, bagette ler içine somon, jambon, peynir koyarak hazırladığımız sandviçlerimizi yiyoruz.
Sonra yürümeye devam. “Arc de Triompe”dan geçerek, “Avenue de l’Armée’ ye oradan, metroya atlayarak, “Champs de Mars”a ve devamında da, Eiffel kulesine varıyoruz.
Fransız İhtilali’nin bir sembolü olan kule, adını tasarımcısı Gustave Eiffel’den alıyor. Yüksekliği 320 m ( 1050 fit ) olan “La Tour Eiffel” 1930′a kadar (Chrysler binası inşa edilinceye dek) dünyanın en yüksek binası olarak kalıyor.
Hotel Hibiscus 5. kat- 52 numaradan gece görüntü |
Fakat yorgunluktan gene de uyuyoruz. Sabah, kahvaltıda; bir adet “croissant”, bir küçük ekmek, tereyağ, reçel, çay veya kahve var. Eh fena değil. Sabah kahvaltısından sonra 9:30 da otelden ayrılıyoruz.
Hedefimiz, Champs-Elysées’de ki “Marché de Noel” Noel Pazarı. Bu pazarda, en hoşumuza giden; 3-3,5 Avroya aldığımız kırmızı sıcak şaraplar.
Bu soğuk havada o kadar iyi gidiyor ki. Tezgahlar ancak 10dan sonra açılmaya başlıyor. Tatil olduğu için ortalıkta fazla insan yok. İstanbul’dan sonra bu durumdan pek de şikayet etmiyoruz.
“Petit Palais” ve “Grand Palais” yi dışarıdan ziyaret ediyoruz. İkisinde de sergi var.
Bir tanesi eski oyuncaklar üzerine: “Des Jouets et Des Hommes” diğerinde “Matisse, Cézanne, Picasso”. Biz dolaşmaya devam edip, Place de la Concorde’a varıyoruz.
Sonra geri dönerek, boydan boya, Champs-Elysées’yi arşınlıyoruz.
Sephora'nın kapısı |
Guerlain'in vitrini |
Sinemalar, alış veriş merkezleri, Guerlain, Cartier, Louis Vuitton gibi lüks mağazalar süslenmiş, kapıdan girecek cesaretteki müşterilerini bekliyorlar. Restoranlar, cafeler ışıklı ve kırmızı ağırlıklı süslerle donanmış.
Bir ara karnımız acıktığında, banklardan birine oturarak, İstanbuldan aldığım mataralarımıza akşamdan doldurduğumuz kırmızı şaraplarımızı ve eşliğinde, bagette ler içine somon, jambon, peynir koyarak hazırladığımız sandviçlerimizi yiyoruz.
Sonra yürümeye devam. “Arc de Triompe”dan geçerek, “Avenue de l’Armée’ ye oradan, metroya atlayarak, “Champs de Mars”a ve devamında da, Eiffel kulesine varıyoruz.
Fransız İhtilali’nin bir sembolü olan kule, adını tasarımcısı Gustave Eiffel’den alıyor. Yüksekliği 320 m ( 1050 fit ) olan “La Tour Eiffel” 1930′a kadar (Chrysler binası inşa edilinceye dek) dünyanın en yüksek binası olarak kalıyor.
Daha
evvel gündüz görüp, en üst katında Mösyö Eifell’ e merhaba demişliğim vardı
zaten.
Fakat gece görüntüsü bambaşka. Ayaklarından biriden bir magnet alıyorum. Yürümeye devam.
Bir metro buluyoruz, ver elini, meşhuurrr “La Fayette” mağazası. Bayağı güzel süslemişler. Mağazanın içinde dev gibi, üzerinde “Joyeux Noel” yazan bir çam ağacı var. Bina, zaten kendisi güzel, ürünler de öyle ama, fiyatlar el yakıyor. Şöyle bir bakıp ve 5 dakika cafésinde dinlendikten sonra çıkıyoruz. En üst kattaki bitki çayı için olan fincanlarda ve demliklerde aklım kalıyor.
Fakat gece görüntüsü bambaşka. Ayaklarından biriden bir magnet alıyorum. Yürümeye devam.
Bir metro buluyoruz, ver elini, meşhuurrr “La Fayette” mağazası. Bayağı güzel süslemişler. Mağazanın içinde dev gibi, üzerinde “Joyeux Noel” yazan bir çam ağacı var. Bina, zaten kendisi güzel, ürünler de öyle ama, fiyatlar el yakıyor. Şöyle bir bakıp ve 5 dakika cafésinde dinlendikten sonra çıkıyoruz. En üst kattaki bitki çayı için olan fincanlarda ve demliklerde aklım kalıyor.
10
da oteldeyiz. Ağavni arıyor, rapor veriyoruz. Evvelki akşam televizyonu
çalıştıramamıştık. Bu akşam da tam yatacağız, bir türlü ışığı kapatamıyoruz.
Talin’in tüm dalga geçmeleri arasında ben, gene resepsiyonu arayıp yardım
istiyorum. Adamlar bizden bıktı artık ama ne yapalım. Işıkta da uyuyamayız ki
yani! Görevli geliyor. Bu odada herşey antika. Meğerse tepe ışığı Talin’in baş
ucundaki ışıkla aynı anda kapatılmalıymış. Talin; “Bakalım yarın ne çıkartıp
adamdan gene yardım isteyeceksin” diye gülerken, son sözlerini duyamadan uykuya
dalıyorum bile.
24
Aralık
Sabah
sandviçlerimizi ve şarabımızı yanımıza aldıktan sonra, yollara düşüyoruz. Çok
heyecanlıyım, bit pazarlarına yani “marché aux puces” lere gideceğiz.
Oldum olası İstanbul’da da param oldukça takıldığım yerler. Nacizane, bir antika parfüm şişeleri koleksiyonum var.
Her gittiğim yerden de bu yüzden eski parfüm şişesi toplarım. Bu arada beni yakından tanıyanların da katkıları oluyor tabiJ sağolsunlar! Önce “rive gauche” da yer alan; “Porte de Vanves” daki bit pazarına gidiyoruz; Avenue Georges Lafenestre, 75014.
Oldum olası İstanbul’da da param oldukça takıldığım yerler. Nacizane, bir antika parfüm şişeleri koleksiyonum var.
Her gittiğim yerden de bu yüzden eski parfüm şişesi toplarım. Bu arada beni yakından tanıyanların da katkıları oluyor tabiJ sağolsunlar! Önce “rive gauche” da yer alan; “Porte de Vanves” daki bit pazarına gidiyoruz; Avenue Georges Lafenestre, 75014.
Seine
nehri Paris’i bıçak gibi kesip, ikiye ayırıyor. Günümüzde olduğu gibi tarihte de, sağ, sol ayırımcılığı hep
önemini korumuş. Geçmişte de Paris’ te bu fark yaşanmış. Sağ Kıyı yani “rive droite” dediğimiz
kuzey kesim daha çok Kral ve maiyetini barındıran aristokrasiyi temsil ederken,
Sol Kıyı “rive gauche” ise daha çok talebelerin,
düşünürlerin ve sanki dolayısıyla sol düşüncenin yuvalandığı bölüm olmuş.
Bu
bit pazarı; cumartesi ve Pazar günleri sabah saat 8 de kurulup, öğlen 1:30 gibi
toplanıyor. Tezgahlarda her şey; tabaklar, şişeler, kitaplar, giysiler,
biblolar ne istersen var. Ben 2 adet kitap alıyorum: Sartre’dan – Les Mots 2
Avro ve dönerken aldığım Afrika Sanatları üzerine bir kitap 10 Avro. Bir eski
şişe 5 Avro.
Fildişi
Sahilinden bir zenci ile bayağı siyaset üzerine konuşuyorum ve 50 Avro olan
beğendiğim bir kafayı 30 Avroya bırakıyor. Kendiliğinden, valla daha ben bir
şey demeden.
Aldığım turuncu suratlı, at kuyruklu kafa; Nigeria da doğurganlık tanrıçası imiş. Yanında da Afrika’da kadınların sıkıldıkça elinde çevirdiği küçük bir ağaç heykel hediye ediyor. Hatta, birlikte fotoğraf bile çektiriyoruz. Fotoyu kendisine göndermek üzere mailini alıyorum.
"Toto" adını verdiğim Nigeria doğurganlık tanrıçasının başı:) |
Aldığım turuncu suratlı, at kuyruklu kafa; Nigeria da doğurganlık tanrıçası imiş. Yanında da Afrika’da kadınların sıkıldıkça elinde çevirdiği küçük bir ağaç heykel hediye ediyor. Hatta, birlikte fotoğraf bile çektiriyoruz. Fotoyu kendisine göndermek üzere mailini alıyorum.
Çok
güzel bira bardakları var kocaman porselen. Ama belki daha başka da vardır diye
ilerlerken, Pazar o kadar büyükmüş ki, ben dönene kadar toplanmaya başladıkları
için, aynı adamları bulamıyorum maalesef. Talin ile baktıklarımız farklı olduğu
için ayrılıyoruz. Sonra tekrar birbirimizi buluyoruz. O da eşinin lamba koleksiyonu
için 5 Avroya küçük bir lamba alıyor. Gördüğümüz objelerden en ilginci de 19.
yüzyılda kadınların, 2 göğsünün arasına yerleştirdiği, kapaksı ağzı mumlanmış
parmak uzunluğunda şişeler.
Talin bana oradan küçük ve üzerinde bir Çinlinin
çektiği arabanın bulunduğu beyaz, küçük, yassı bir parfüm şişesi alıyor. Çok
seviniyorum.
Göğsünün arasında bu şişelerle güzellik içinde olsa dolaşabilir mi insan?:)) |
Bu
pazar toplanınca, hemen “Porte de
Montreuil”dekine gidiyoruz. Burası biraz Topkapı pazarı gibi karmaşık. Cumartesi
ve Pazar günleri açık. Satıcıların çoğu arap, bölge olarak da pek şirin bir yer
değil. Eski eşyaların arasında, diğer tezgahlarda; testere, anahtarlık,
tornavida, çivi gibi şeyler satanlar var. Geri kalan kısmın da, Salı pazarı
gibi normal bir Pazar var, sonra da bit pazarı, yani anlaşılan her şey
karmakarışık. Oradan 1 Avroya bir küçük limoge tabak, iki Avroya bitki çayı
içmek için süzgeçli, kapaklı bir kupa, 2 küçük baykuş alıyorum. Yakındaki
Carrefour’da dinlenip 1 su iki kahve içiyoruz 4.80 Avro. Metroda bizdeki ne
alırsan 1 Avro tarzı bir yer buluyoruz. Ben bir vücut yağı, bir de yağlıboya
gibi olduğunu sonradan anladığım, mavi bir oje alıyorum. Akşam odada Langue
d’Oc şarabımızı içiyoruz. Ohh yarasın süper!!!! Paris = şarap+peynir+baguetteJ somon ve jambonları da unutmayalım…
25
Aralık
Sabah
saatlerimizi henü ayarlayamadığımız için yanlışlıkla 5 de kalkıyoruz. Otelin
lobisine indiğimizde kimseleri bulamayınca, erzağımızı alıp yukarı çıkıyoruz. Çünkü
henüz servis yapan kadınlar bile gelmemişler. Paris İstanbul’dan bir saat geri.
Aman geri olduğu saat olsunJ 8:30 da Murat ve
Ağavni arabayla bizi almaya geliyorlar. Ağavni, sağolsun, Talin ile bana
yılbaşı hediyesi olarak parfüm ve
kremler, çukulatalar getiriyor.
Birlikte
bu sefer dünyanın en büyük bit pazarına gidiyoruz.
“Porte de Clignancourt”. Burası cumartesi, Pazar, pazartesi günleri akşam 6 ya kadar açık. Noel ertesi olduğu için tatil ve ortalarda kimseler yok. Bu tarihte Paris’de olmak pek akıl karı değil, çünkü Clignancourt da da çoğu mağaza kapalı. Burası mahalle mahalle ayrılmış durumda. Bize en uyabilecek olanı “Vernaison”.
Burada her şey var. Giysi, kitap, mobilya, takı herşey, fakat mağazalar halinde. Gümüş dükkanlarından gözlerini alamıyor insan; 18, 19. yüzyıl yemek takımları, pırıl pırıl. Çok güzel de ben parfüm şişelerinin yanına bile yaklaşamıyorum. Burada ancak gözlerimize bayram yaptırıyoruz. “Cotty” küçük bir parfüm şişesi 180 Avro, küçücük!
Ben evdekileri orada satsam mı diye düşünüyorumJ Bu arada Clignancourt’da da bildiğimiz Pazar var eski yeni iç içe. Orada Afrika maskları satan bir zenciden, 20 Avroya, beyaz suratlı bir Congo mask alıyorum. Muratı, biz üç bayanın yanında kurdeşen dökebilir diye eve gönderiyoruz .
“Porte de Clignancourt”. Burası cumartesi, Pazar, pazartesi günleri akşam 6 ya kadar açık. Noel ertesi olduğu için tatil ve ortalarda kimseler yok. Bu tarihte Paris’de olmak pek akıl karı değil, çünkü Clignancourt da da çoğu mağaza kapalı. Burası mahalle mahalle ayrılmış durumda. Bize en uyabilecek olanı “Vernaison”.
Burada her şey var. Giysi, kitap, mobilya, takı herşey, fakat mağazalar halinde. Gümüş dükkanlarından gözlerini alamıyor insan; 18, 19. yüzyıl yemek takımları, pırıl pırıl. Çok güzel de ben parfüm şişelerinin yanına bile yaklaşamıyorum. Burada ancak gözlerimize bayram yaptırıyoruz. “Cotty” küçük bir parfüm şişesi 180 Avro, küçücük!
Ben evdekileri orada satsam mı diye düşünüyorumJ Bu arada Clignancourt’da da bildiğimiz Pazar var eski yeni iç içe. Orada Afrika maskları satan bir zenciden, 20 Avroya, beyaz suratlı bir Congo mask alıyorum. Muratı, biz üç bayanın yanında kurdeşen dökebilir diye eve gönderiyoruz .
Çoğu
yerin kapalı olduğunu görünce oradan ayrılıp, metro ile Cité’ye gidiyoruz.
Biraz yürüdükten sonra heybetli “Notre
Dame Katedrali” çıkıyor karşımıza.
Katedral 1831 de Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” adlı eseriyle ünleniyor. Napolyonun taç giyme töreni de gene bu katedralde yapılmıştır. Gotik mimarinin özelliklerini taşıyan bina 6000 kişiyi barındırabilecek büyüklükte. Yapının uzunluğu 128, yüksekliği ise 68 metre. Bu ölçüleri ile, 13.yüzyılda bitirildiği zamanki etkileyici görünümünü hayal edebiiyor musunuz?
Özellikle, çok sayıdaki gül penceresi ve çapı 13 metreye kadar ulaşan masif pencereleri muhteşem. Önde birbirinden farklı dizayn edilmiş 3 kapısı bulunmakta. Kapıları tam anlamıyla inceleyeyim diyecek olursanız, sadece bir saatinizi buraya ayırmalısınız. Fransız devrimi sonucunda, kapıdaki aziz heykelleri halk tarafından kral heykelleri diye tahrip ediliyor.
Katedral 1831 de Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” adlı eseriyle ünleniyor. Napolyonun taç giyme töreni de gene bu katedralde yapılmıştır. Gotik mimarinin özelliklerini taşıyan bina 6000 kişiyi barındırabilecek büyüklükte. Yapının uzunluğu 128, yüksekliği ise 68 metre. Bu ölçüleri ile, 13.yüzyılda bitirildiği zamanki etkileyici görünümünü hayal edebiiyor musunuz?
Özellikle, çok sayıdaki gül penceresi ve çapı 13 metreye kadar ulaşan masif pencereleri muhteşem. Önde birbirinden farklı dizayn edilmiş 3 kapısı bulunmakta. Kapıları tam anlamıyla inceleyeyim diyecek olursanız, sadece bir saatinizi buraya ayırmalısınız. Fransız devrimi sonucunda, kapıdaki aziz heykelleri halk tarafından kral heykelleri diye tahrip ediliyor.
Günlerden
Pazar olduğu için içeride ayin var. İçeri dalıyoruz. Erken geldiğimiz için
kuyruk yok. Yoksa burada da müze önleri gibi uzun kuyruklar oluşuyormuş.
Şanslıyız. İçini dışını iyice inceleyip fotoğraf çektirdikten sonra, Ağavni
bize,
Katedralin hemen yanında ki “La Creperie de Cloitre”da sıcak şarap eşliğinde, çukulatalı krep ısmarlıyor.
Arkadaşımızı, Ağavni’yi çok özlemişiz. Ben geçen sene görmüştüm ama Talin Ağavni’yi 20 yıldan fazladır görmüyordu.
Biraz hasret giderip geçmişten konuştuktan sonra tekrar yola koyuluyoruz.
Notre Dame’ın arkasına geçerek, oradaki parkta biraz oturuyoruz.
Katedralin hemen yanında ki “La Creperie de Cloitre”da sıcak şarap eşliğinde, çukulatalı krep ısmarlıyor.
Arkadaşımızı, Ağavni’yi çok özlemişiz. Ben geçen sene görmüştüm ama Talin Ağavni’yi 20 yıldan fazladır görmüyordu.
Biraz hasret giderip geçmişten konuştuktan sonra tekrar yola koyuluyoruz.
Notre Dame’ın arkasına geçerek, oradaki parkta biraz oturuyoruz.
Oradan
Conciergerie ve Saint-chapel’inde kapalı olduğunu görünce, Ağavni’nin evine
gitmek üzere, yola çıkıyoruz. Ağavni ile Murat, iki sevimli kızları Elodie ve
Mélanie ile birlikte Alfortville’de oturuyorlar.
Creteuil yönüne doğru giden metroya biniyoruz. İnene kadar, meze uzmanı olan Ağavni yolda bize bir meze tarifi veriyor, işte ben de size aktarıyorum: Adı “Achtarak”. Kırmızı biberleri közledikten sonra mixerden geçirip, süzüyoruz. Süzdükten sonra, aldığı kadar galeta unu ekliyoruz. Bu malzemelere nar ekşisi, kimyon, kırmızı pul biber, tuz ekleyip, karıştırıyoruz. Evet mezemiz hazır. Zaten Ecole Vétérinaire’de geldik, metrodan çıkıp,103 nolu otobüse biniyoruz. Bu arada, etraf çok sakin, kimseler yok.
Creteuil yönüne doğru giden metroya biniyoruz. İnene kadar, meze uzmanı olan Ağavni yolda bize bir meze tarifi veriyor, işte ben de size aktarıyorum: Adı “Achtarak”. Kırmızı biberleri közledikten sonra mixerden geçirip, süzüyoruz. Süzdükten sonra, aldığı kadar galeta unu ekliyoruz. Bu malzemelere nar ekşisi, kimyon, kırmızı pul biber, tuz ekleyip, karıştırıyoruz. Evet mezemiz hazır. Zaten Ecole Vétérinaire’de geldik, metrodan çıkıp,103 nolu otobüse biniyoruz. Bu arada, etraf çok sakin, kimseler yok.
bizi Murat, kızları Mélanie ve Elodie karşılıyor. Biz sohbet ederken, Ağavni, epeydir
içmediğimiz türk kahvesinden yapıyor. Çok iyi geliyor. Üzerine de kavun likörü!
Talin’le likörü o kadar beğeniyoruz ki, ertesi gün otele gelirken, Ağavni bize
likörü şişesiyle getirip bırakıyor.
Ağavni ve Murat bize bir Noel sofrası hazırlıyorlar ki, değme gitsin. Sofrada bulunan mezelerin kıvamı o kadar profesyonelce tutturulmuş ki; harika demekten başka bir şey bulamıyoruz.

Zeytinyağlı dolma, ezme, enginar, salata, barbunya, somon ayrıca kaz ciğeri (foie
gras) yanında tatlı confit de figue veya confit d’oignon ile birlikte yeniyor.
Bu mezelerden sonra ana yemek olarak, tavukla hindi arası olan “chapon aux morilles” yiyoruz.
Üzerine de yazarken bile doydumJ pasta. Talin’e “Artık yeter, biryerde yığılıp kalacağız otelin yolunu bulamayacağız” diyorum. Ağavni bize bir de diş kirası olarak, yanımıza “Buche de Noel” yani Noel kekinden veriyor, tabi bir sürü de meze. Ertesi gün Ağavni ile buluşmak üzere bizi metroya kadar bırakıyorlar. Etraf ta gene kimsecikler yok. Otele kendimizi atar atmaz, duş alıp yatıyoruz.
Ağavni ve Murat bize bir Noel sofrası hazırlıyorlar ki, değme gitsin. Sofrada bulunan mezelerin kıvamı o kadar profesyonelce tutturulmuş ki; harika demekten başka bir şey bulamıyoruz.
Bu mezelerden sonra ana yemek olarak, tavukla hindi arası olan “chapon aux morilles” yiyoruz.
Üzerine de yazarken bile doydumJ pasta. Talin’e “Artık yeter, biryerde yığılıp kalacağız otelin yolunu bulamayacağız” diyorum. Ağavni bize bir de diş kirası olarak, yanımıza “Buche de Noel” yani Noel kekinden veriyor, tabi bir sürü de meze. Ertesi gün Ağavni ile buluşmak üzere bizi metroya kadar bırakıyorlar. Etraf ta gene kimsecikler yok. Otele kendimizi atar atmaz, duş alıp yatıyoruz.
Paris’e
giderseniz mutlaka Ağavni-Murat Karoğlu’nun meze dükkanına uğramanızı şiddetle
tavsiye ediyorum.
Adres:
Metro Sablons, Ligne 1 (hat 1) 108, Avenue Charles de Gaulle Sol – Marché
Couvert Carreau de Neuilly.
26
Aralık
Sabah
8:30 da Ağavni Otele geliyor. Bu sefer de, kızcağız bana parfüm şişeleri
getirmiş. Paris’e gitmeden evvel Sevim’in bana yılbaşı hediyesi olarak aldığı mor
şapka, atkı ve eldivenlerimi giyiyorum. Sacré-Coeur’e gitmek üzere yola
çıkıyoruz.

Hava gene soğuk. “Sacré-Coeur” Bazilikası, Paris’in kuzeyinde, deniz seviyesinin 129 metre yükseğinde bir tepede yer alıyor. 1875 yılında yapımına başlanan bazilika “romano-bizantin” tarzında.
Eiffel kulesinden sonra Paris’in ikinci en yüksek noktası. Paris’in ilk piskoposu Saint Denis ve arkadaşlarının burada şehit olmalarından dolayı “Mont des Martyrs” Şehitler tepesi adını alıyor. Fransız ihtilaline kadar tepenin tamamını, bir Benediktin manastırı kaplıyormuş fakat, o tarihte din adamları giyotine gönderiliyor, manastır da yok ediliyor. Biz tepeye çıkmak için merdivenleri kullanmaya karar veriyoruz. Ama isterseniz füniküler de var. Yukarı vardığımızda sisli Paris’i tepeden görebiliyoruz. Kendimi bir Fransız filminin içinde gibi hissediyorum. Çevre de gene sıcak şarap ve Noel babalar. Katedralin içini görmek bize yetiyor, tepesine çıkmıyoruz. Katedralin önünde Noel pazarı kurulmuş.
Hava gene soğuk. “Sacré-Coeur” Bazilikası, Paris’in kuzeyinde, deniz seviyesinin 129 metre yükseğinde bir tepede yer alıyor. 1875 yılında yapımına başlanan bazilika “romano-bizantin” tarzında.
Eiffel kulesinden sonra Paris’in ikinci en yüksek noktası. Paris’in ilk piskoposu Saint Denis ve arkadaşlarının burada şehit olmalarından dolayı “Mont des Martyrs” Şehitler tepesi adını alıyor. Fransız ihtilaline kadar tepenin tamamını, bir Benediktin manastırı kaplıyormuş fakat, o tarihte din adamları giyotine gönderiliyor, manastır da yok ediliyor. Biz tepeye çıkmak için merdivenleri kullanmaya karar veriyoruz. Ama isterseniz füniküler de var. Yukarı vardığımızda sisli Paris’i tepeden görebiliyoruz. Kendimi bir Fransız filminin içinde gibi hissediyorum. Çevre de gene sıcak şarap ve Noel babalar. Katedralin içini görmek bize yetiyor, tepesine çıkmıyoruz. Katedralin önünde Noel pazarı kurulmuş.
Katedrali
gezdikten sonra arka tarafına doğru yürüyoruz, çünkü ressamların, sanatçıların
mekanı olan “Monmartre” orada.
Yürürken karşılaştığımız pastane, fırın gibi dükkanlar o kadar canlı ve güzel ki fotoğraf çekmeden geçemiyoruz.
Ağavni, o gün de çalışacağı için, Dali’nin sergisinin olduğu mekanı da gezdikten sonra bizden ayrılıyor.
Monmartre meydanı çok etkileyici! Bereli ressamlar, şövaleler, üzerlerinde tablolar, portrelerini yaptıran insanlar, ve kulağımda Charles Aznavour’un “La Boheme” parçası insana; işte Paris’teyim dedirtiyor. Biz portrelerimizi yaptırmıyoruz çünkü 30avro istiyorlar. Soğuk olmasa saatlerce orada çevreyi seyredebiliriz.
Monmartre’dan aşağı doğru inerken yolda, sağda empresyonist ressam Renoir’ın “Bal du Moulin de la Galette” adlı eserine konu olan değirmeni görüyoruz.
Yürürken karşılaştığımız pastane, fırın gibi dükkanlar o kadar canlı ve güzel ki fotoğraf çekmeden geçemiyoruz.
Ağavni, o gün de çalışacağı için, Dali’nin sergisinin olduğu mekanı da gezdikten sonra bizden ayrılıyor.
Monmartre meydanı çok etkileyici! Bereli ressamlar, şövaleler, üzerlerinde tablolar, portrelerini yaptıran insanlar, ve kulağımda Charles Aznavour’un “La Boheme” parçası insana; işte Paris’teyim dedirtiyor. Biz portrelerimizi yaptırmıyoruz çünkü 30avro istiyorlar. Soğuk olmasa saatlerce orada çevreyi seyredebiliriz.
Monmartre’dan aşağı doğru inerken yolda, sağda empresyonist ressam Renoir’ın “Bal du Moulin de la Galette” adlı eserine konu olan değirmeni görüyoruz.
Moulin de la Galette |
Biraz daha aşağıda
ısınmak için önümüze ilk çıkan caféde; “Le Petit Café de Monmartre” da 4.30
avroya 2 kadeh sıcak şarap içiyoruz.
Tadına doyulmaz bir hoşluk içerisinde dinlenip, önümüzden geçenleri seyrediyoruz. Dinlenip, ısındıktan sonra, dümdüz aşağıya doğru kendimizi bırakıyoruz. Aşağıda ulaştığımız nokta Paris’in meşhur gece kulübü “Moulin Rouge”, oradan Blanche metro istasyonundan, o gün açık olacağı ümidiyle Clignancourt bit pazarına tekrar gidiyoruz.
Oraya varıp “Vernaison” kapısından içeri girdiğimizde çoğunluğun gene kapalı olduğunu görüp, hayal kırıklığına uğruyoruz. Açık olanlardan bir kısmını geziyoruz ama herşey o kadar pahalı ki, bir şey alamayacağımızı anlayıp, oradan çıkmaya karar veriyoruz.
Bu arada küçücük dükkanının dışında sandalyesine oturmuş kitap okuyan yaşlı kadın dikkatimizi çekiyor.Kadının yanındaki kutuları karıştırdığımızda, biçim ve fiyat olarak, bana hitap den bir parfüm şişesi buluyorum. 10 avro.
Yaşlı kadın bir taraftan şişeyi sararken bir taraftan da bu işi artık oyalanmak için yaptığını tekrarlıyor. Teşekkür edip uzaklaşıyoruz.
Bu arada karnımız acıktığı için, arapların işlettiği büfe gibi bir yerden, 8.75 avroya 3 kahve, 1 tabak patates kızartması ve bir portakal suyu içiyoruz.
Tadına doyulmaz bir hoşluk içerisinde dinlenip, önümüzden geçenleri seyrediyoruz. Dinlenip, ısındıktan sonra, dümdüz aşağıya doğru kendimizi bırakıyoruz. Aşağıda ulaştığımız nokta Paris’in meşhur gece kulübü “Moulin Rouge”, oradan Blanche metro istasyonundan, o gün açık olacağı ümidiyle Clignancourt bit pazarına tekrar gidiyoruz.
Oraya varıp “Vernaison” kapısından içeri girdiğimizde çoğunluğun gene kapalı olduğunu görüp, hayal kırıklığına uğruyoruz. Açık olanlardan bir kısmını geziyoruz ama herşey o kadar pahalı ki, bir şey alamayacağımızı anlayıp, oradan çıkmaya karar veriyoruz.
Bu arada küçücük dükkanının dışında sandalyesine oturmuş kitap okuyan yaşlı kadın dikkatimizi çekiyor.Kadının yanındaki kutuları karıştırdığımızda, biçim ve fiyat olarak, bana hitap den bir parfüm şişesi buluyorum. 10 avro.
Yaşlı kadın bir taraftan şişeyi sararken bir taraftan da bu işi artık oyalanmak için yaptığını tekrarlıyor. Teşekkür edip uzaklaşıyoruz.
Bu arada karnımız acıktığı için, arapların işlettiği büfe gibi bir yerden, 8.75 avroya 3 kahve, 1 tabak patates kızartması ve bir portakal suyu içiyoruz.
Gene metroyu kullanarak, Cité’de inip “Conciergerie” yi ziyaret ediyoruz kişibaşı 8.5 avro. İçeri de bir de,hayvanları konu alan “Betes Off” isimli bir sergi var.
Conciergerie’den sorumlu kişi (concierge) o dönemlerde adaletin en yüksek rütbeli görevlisi ve kral tarafından görevlendiriliyor.
Marie Antoinette'in hücresi |
Marie Antoinette'in hücre kapısı |
Kadınlar avlusu |
Halen müze olarak kullanılan yapıda, ayrıca giyotine gönderilenlerin listesi, sınıflarına göre mahkumların hücreleri, muhafız salonları, nehirden yiyeceklerin getirildiği mutfak bölümü ve şapel var. Binanın bir kısmı gezilebiliyor.
Diğer bölümleri ise hâlâ mahkeme ve adalet sarayı olarak kullanılıyor. Saint-Chapel kapalı olduğu için orayı gezemiyoruz. Conciergerie’nin hediyelik eşya ve kitap satış bölümüne geldiğimizde; Birbirimize: “aman Allahım, ya burdan en az hasarla nasıl çıkacağız?”diye soruyoruz.
Conciergerie hediyelik eşya |
Dışarı
çıktığımızda hava kararmış. Ne yapalım?Hadi Saint-Germain des Pres’de iki ünlü
café’den biri olan “Les Deux Magots”ya gidelim.
Diğer café ise onun tam yanında
ki “Café de Flore” 172 , Bld. St.Germain. Bu iki café; 19uncu yüzyıldan beri
tüm yazar şair, ressam velhasıl entelektüellerin café’si.
“Les Deux Magots” -İki çin biblosu- anlamına geliyor bu isimde orada daha evvelden bulunan bir mağazadaki iki küçük çin heykelinden alır. Bu mağaza 1885 de bir likör dükkanına dönüşür ve Verlaine, Rimbaud, Mallarmé gibi dönemin entellerinin buluşma yeri halini alır. Zamanla André Gide, Jean Giraudoux, Picasso, Prévert, Hemingway, Sartre, Simone de Beauvoir gibi yazar ve sanatçıların, egzistansiyalistlerin ve de André Breton gibi sürrealistlerin de mekanı olur. Bugün halen, siyaset, moda, sanat ve edebiyat dünyasının önde gelenleri için bir çekim noktası oluşturmaktadır. Hala geleneksel tarzı bozmadan siyah, beyaz giyen garsonlar hizmet etmekteler. Hatta bir tanesine en öndeki msamızda bir fotoğrafımızı çektiriyoruz. Garson bize nece konuştuğumuzu sorup da türk olduğumuzu öğrenince, türk arkadaşlarının isimlerini saymaya başlıyor. Biz de oooooooosesleriyle kendisine tezahüratta bulunuyoruz. İki adet 500 lük “Abbaye de Leffe” birası içiyoruz.
Tabi “Les Deux Magots” da oturup 2 bira içmenin bedeli 25avro. Bira koyu renk ve buğdayımsı bir tadı var. Epey bir etrafı seyrettikten sonra, cebimiz ve biz rahatlamış olarak oradan kalkıyoruz. Aman Allah gözümüze bir Monoprix ilişiyor. Hiç kaçar mı? Hemen içeri dalıyoruz. En azından sıcak bir yer. Ekmek, şarap falan alıp çıkıyoruz. Doğru otele. Çok yorulmuşuz. Ertesi güne dipçik gibi kalkmamız lazım.
Les deux Magots |
“Les Deux Magots” -İki çin biblosu- anlamına geliyor bu isimde orada daha evvelden bulunan bir mağazadaki iki küçük çin heykelinden alır. Bu mağaza 1885 de bir likör dükkanına dönüşür ve Verlaine, Rimbaud, Mallarmé gibi dönemin entellerinin buluşma yeri halini alır. Zamanla André Gide, Jean Giraudoux, Picasso, Prévert, Hemingway, Sartre, Simone de Beauvoir gibi yazar ve sanatçıların, egzistansiyalistlerin ve de André Breton gibi sürrealistlerin de mekanı olur. Bugün halen, siyaset, moda, sanat ve edebiyat dünyasının önde gelenleri için bir çekim noktası oluşturmaktadır. Hala geleneksel tarzı bozmadan siyah, beyaz giyen garsonlar hizmet etmekteler. Hatta bir tanesine en öndeki msamızda bir fotoğrafımızı çektiriyoruz. Garson bize nece konuştuğumuzu sorup da türk olduğumuzu öğrenince, türk arkadaşlarının isimlerini saymaya başlıyor. Biz de oooooooosesleriyle kendisine tezahüratta bulunuyoruz. İki adet 500 lük “Abbaye de Leffe” birası içiyoruz.
Tabi “Les Deux Magots” da oturup 2 bira içmenin bedeli 25avro. Bira koyu renk ve buğdayımsı bir tadı var. Epey bir etrafı seyrettikten sonra, cebimiz ve biz rahatlamış olarak oradan kalkıyoruz. Aman Allah gözümüze bir Monoprix ilişiyor. Hiç kaçar mı? Hemen içeri dalıyoruz. En azından sıcak bir yer. Ekmek, şarap falan alıp çıkıyoruz. Doğru otele. Çok yorulmuşuz. Ertesi güne dipçik gibi kalkmamız lazım.
27 Aralık
Sabah
yanımızdaki Bristol Otelinde kahvaltı ediyoruz. Çünkü bizimOtelde henüz dikey
duran kimse yok. Kahvaltıdan artan ekmeklerimizi de yanımıza alarak, 8 de
otelden ayrılıyoruz. Bu sabah çok heyecanlıyım çünkü Paris’den 80 km uzaklıkta
bir Ortaçağ şehri olan “Cité de Provins”
e gidiyoruz.

République’den métroya binip Gare de l’Est’e varıyoruz – Ligne 5 direction Bobigny Pablo Picasso. Oradan da, SNCF’den 14 er avroya gidiş dönüş ve o günkü tüm otobüs, tren iniş binişlerimizi de kapsayan bir bilet alıyoruz.
Provins’e Gare de l’Est’den sabah 6.46dan akşam 22.46ya kadar tüm 46larda tren var. Provins’den dönüşler de sabah 5.46dan itibaren akşam 21.46 ya kadar her 46da tren var. Yol 1.5 saat sürüyor, tren çok konforlu ve neredeyse bizden başka kimse yok. Hızlı gidiyor.
Yalnız dışarısı görünmüyor desem yeridir, çok sis var. Bakalım neler görebileceğiz? İçim içime sığmıyor. İndiğimizde biraz bekleyerek aldığımız biletle bedava binebildiğimiz bir midibüsle yaklaşık 15 dakika yol alarak Provins’e varıyoruz.
Da daammmJ Karşımda sisler içerisinde, surları, kalın duvarları, hendekleri, zincirleri ile tam bir Ortaçağ şehri duruyor. Talin şuraya bak diye çığlık atmaya başlıyorum. Allahtan ki çevrede kimse yok. Çok ilginç aşırı sisten dolayı sanki kendimi bir zaman tünelinden geçmiş gibi hissediyorum. Özellikle de – remparts- surların üzerine çıkıp uzaklara ve şehre tepeden baktığımda, eldivenlerimi çıkartıp, surların, o yüzyılların yediği pütürlü duvarlarına dokunduğumda ki heyecanımı anlatamam.
Çok mutluyum. Gördüklerimden ve göreceklerimden çok etkileniyorum! Önce, şehre girmeden evvel information’dan harita ve broşürler alıyoruz. www.provins.net .


Aldığımız 11.40 avroluk biletle 4 belli noktayı ziyaret edebiliyoruz. 1-La Tour César 2-La Grange aux dimes 3-Les Souterrains 4-Le Musée de Provins et du Pays Provinois. Unesco dünya mirası listesinde bulunan bu şehrin geçmişi 800lü yıllara kadar dayanmakta. 11 ve 12ini yüzyıllarda ise, Champagne bölgesinin fuarlar şehri olarak ünleniyor. Şehrin merkezinde ki meydanda yemek yenecek iki restoran dikkatimizi çekiyor. Saint-Quiriace kilisesini ve gezebildiğimiz kadar yeri geziyoruz, çünkü -Les Souterrains – yer altı ancak rehber eşliğinde ve saat 2 de gezilebiliyor. La Tour César da saat 2 den itibaren açık. Saat 2de rehberle birlikte yeraltını geziyoruz, yer üzerinden daha fazla dehliz var.
Rehber bu dehlizlerin neden yapıldığına dair kesin bilginin olmadığı söylüyor. Ama duvarlarda o zamanda kalma tescillenmiş bazı çizim ve yazılar var.
Önlerine birer cam koyarak korumaya almışlar. Bu dehlizlerin “terre a foulon” için yani çamaşır yıkamak için kullanılan killi toprak içi kazıldığı düşünülüyor. Şehrin yakınından da bir ırmak geçmekte.
Bunun yanında birilerinden kaçıp korunmak amacıyla da yapılmış olabilecekleri düşünülüyor. Çok ilginç yerler. Ordan sonra Tour César’a çıkıyoruz. Çan kulesinin bulunduğu yere çok dar taş merdivenlerden çıkılıyor.
Talin beni aşağıda bekliyor, çıkıp çanı ve şehri tepeden gördükten sonra iniyorum.
Oyuncak gibi evler, kalpli, çiçekli kapılar pencereler o kadar sevimli ki, neredeyse hepsinin fotoğrafını çekiyorum.
Müze kapalı olduğu için son olarak gezeceğimiz yer “La Grange aux Dimes”. Bu 13üncü yüzyıl binası Champagne fuarlarında kapalı çarşı olarak kullanılıyor. Giriş katı malların tanıtılıp satıldığı yer, mahzen katında üretim yapılıyor, 2.kat da mesken olarak kullanılıyor.
République’den métroya binip Gare de l’Est’e varıyoruz – Ligne 5 direction Bobigny Pablo Picasso. Oradan da, SNCF’den 14 er avroya gidiş dönüş ve o günkü tüm otobüs, tren iniş binişlerimizi de kapsayan bir bilet alıyoruz.
Provins’e Gare de l’Est’den sabah 6.46dan akşam 22.46ya kadar tüm 46larda tren var. Provins’den dönüşler de sabah 5.46dan itibaren akşam 21.46 ya kadar her 46da tren var. Yol 1.5 saat sürüyor, tren çok konforlu ve neredeyse bizden başka kimse yok. Hızlı gidiyor.
Yalnız dışarısı görünmüyor desem yeridir, çok sis var. Bakalım neler görebileceğiz? İçim içime sığmıyor. İndiğimizde biraz bekleyerek aldığımız biletle bedava binebildiğimiz bir midibüsle yaklaşık 15 dakika yol alarak Provins’e varıyoruz.
Da daammmJ Karşımda sisler içerisinde, surları, kalın duvarları, hendekleri, zincirleri ile tam bir Ortaçağ şehri duruyor. Talin şuraya bak diye çığlık atmaya başlıyorum. Allahtan ki çevrede kimse yok. Çok ilginç aşırı sisten dolayı sanki kendimi bir zaman tünelinden geçmiş gibi hissediyorum. Özellikle de – remparts- surların üzerine çıkıp uzaklara ve şehre tepeden baktığımda, eldivenlerimi çıkartıp, surların, o yüzyılların yediği pütürlü duvarlarına dokunduğumda ki heyecanımı anlatamam.
Çok mutluyum. Gördüklerimden ve göreceklerimden çok etkileniyorum! Önce, şehre girmeden evvel information’dan harita ve broşürler alıyoruz. www.provins.net .
Aldığımız 11.40 avroluk biletle 4 belli noktayı ziyaret edebiliyoruz. 1-La Tour César 2-La Grange aux dimes 3-Les Souterrains 4-Le Musée de Provins et du Pays Provinois. Unesco dünya mirası listesinde bulunan bu şehrin geçmişi 800lü yıllara kadar dayanmakta. 11 ve 12ini yüzyıllarda ise, Champagne bölgesinin fuarlar şehri olarak ünleniyor. Şehrin merkezinde ki meydanda yemek yenecek iki restoran dikkatimizi çekiyor. Saint-Quiriace kilisesini ve gezebildiğimiz kadar yeri geziyoruz, çünkü -Les Souterrains – yer altı ancak rehber eşliğinde ve saat 2 de gezilebiliyor. La Tour César da saat 2 den itibaren açık. Saat 2de rehberle birlikte yeraltını geziyoruz, yer üzerinden daha fazla dehliz var.
Rehber bu dehlizlerin neden yapıldığına dair kesin bilginin olmadığı söylüyor. Ama duvarlarda o zamanda kalma tescillenmiş bazı çizim ve yazılar var.
Önlerine birer cam koyarak korumaya almışlar. Bu dehlizlerin “terre a foulon” için yani çamaşır yıkamak için kullanılan killi toprak içi kazıldığı düşünülüyor. Şehrin yakınından da bir ırmak geçmekte.
Bunun yanında birilerinden kaçıp korunmak amacıyla da yapılmış olabilecekleri düşünülüyor. Çok ilginç yerler. Ordan sonra Tour César’a çıkıyoruz. Çan kulesinin bulunduğu yere çok dar taş merdivenlerden çıkılıyor.
Talin beni aşağıda bekliyor, çıkıp çanı ve şehri tepeden gördükten sonra iniyorum.
Oyuncak gibi evler, kalpli, çiçekli kapılar pencereler o kadar sevimli ki, neredeyse hepsinin fotoğrafını çekiyorum.
Müze kapalı olduğu için son olarak gezeceğimiz yer “La Grange aux Dimes”. Bu 13üncü yüzyıl binası Champagne fuarlarında kapalı çarşı olarak kullanılıyor. Giriş katı malların tanıtılıp satıldığı yer, mahzen katında üretim yapılıyor, 2.kat da mesken olarak kullanılıyor.
Küçük küçük
ediyelik eşya dükkanlarının birinden 5avroya bir magnet şövalye alıyorum; çok
şirin. Birdeee tabi bir ortaçağ şehrine gelip de, ortaçağla iligili bir şey
almamak bana yakışmaz doğrusu.
Ben de evdeki Toledo’dan aldığım, kılıç ve savaş baltamın yanına iki topuzlu bir gürz alıyorum. 20avro. Satıcı bana tadımlık şarap ikram diyor ve sarkozy üzerine biraz sohbet ediyoruz.

Ben de evdeki Toledo’dan aldığım, kılıç ve savaş baltamın yanına iki topuzlu bir gürz alıyorum. 20avro. Satıcı bana tadımlık şarap ikram diyor ve sarkozy üzerine biraz sohbet ediyoruz.
Karnımız acıkıyor ve yorgunluktan ölüyoruz.Şehir meydanındaki; “Creperie Normande” da birer krep, salata, talı olarak, chocolat mousse, içecek olarak da kaselerde gelen, elma şarabı (cidre) alıyoruz 33.30 avroya, nefis bir yemek yemiş oluyoruz.
Restoranın camlarında kendimizi gördüğümüzde havanın da ne kadar kararmış olduğunu fark ediyoruz.
Dışarı çıktığımızda; hem çok soğuk, hem çok karanlık üstelik de sisli olduğunu iyice fark ediyoruz.
Tam da vampirlere göre bir gece. Yollarda da kimsecikler yok. Talin’le düşünüyoruz da; birisi ya da birileri çıkıp bizi kesip çalılıklara atsa, hayatta cesedimizi kimse bulamaz diye.
Bayağı bir tırsıyoruz, çünkü araba bile 5 dakikada bir geçiyor. Sonunda Talin bir arabayı durdurup doğru yolda olup olmadığımızı soruyor, evet doğru yoldayız.
Neyse sonunda surların dışına çıkabiliyoruz fakat information’un tuvaleti bile kapalı. Duraklara gidip bizi gara götürecek ikinci otobüse biniyoruz.
Ama hangi gara? Gelirken 15 dakika süren yol, çok fazla uzayınca yanlış gara doğru yolda olduğumuzu anlıyoruz. Neyse indiğimiz istasyondan bir Paris treni bularak, “Chatelet les Halles” de inip bizi République’e götürecek hatta biniyoruz. 21.45 de çok yorulmuş bir şekilde oteldeyiz. Ağavni merak edmiş bizi arıyıp günlük raporu alıyor. Biz de, şarabımızdan içip yatıyoruz.
28 Aralık
Sabah République'den Chatelet'ye metro ile gittik. Amacımız Louvre Müzesini ziyaret.
Fakat vardığımızda o kadar uzun bir kuyruk var ki; beklememiz imkansız.
O yüzden Louvre'un piramidinin çevresindeki hediyelik eşya mağazalarını ve kitapçısını geziyoruz.
Oradan 2 kitap alıyorum. Biri "La Jeune Fille a la Perle" İnci Küpeli kız ve "L'Amour a Versaille".
Üzülme ya üzülme değmez:) |
Ortadaki havuzda Dali'nin eserlerinden alıntılar yapılmış çok tatlı :)
Café au lait'lerimizi içtikten sonra, binanın öbür tarafındaki meydana doğru yürüyoruz. fakat bizim üzüntümüz binaya girememek. Hatta o kadar kuyruk var ki; hediyelik eşya satılan bölüme bile giremiyoruz. İki ayrı sergi var.
Bir tanesi Norveç te ünlü "Çığlık" tablosunu da gördüğüm Munch'un sergisi diğeri de "Danser sa Vie" diye bir sergi.

Ondan sonraa baktık ki donuyoruz. Semtimiz République'e dönüyoru. biraz yiyecek almak amacıyla da, Monoprix ve Tatie'ye uğruyoruz. Talin pes ettiği için ben bir şişe Bordeaux şarabı alıyorum. 9:10 da otelimize varıp, sıcağın tadını çıkartıyoruz. Talin Ağavni'nin getirdiği Scnapps melon'u içerken, ben de şarabımın tadını çıkartıyorum. Süpper! Ama bir gün daha bitti, gitti...
29 Aralık
Café au lait'lerimizi içtikten sonra, binanın öbür tarafındaki meydana doğru yürüyoruz. fakat bizim üzüntümüz binaya girememek. Hatta o kadar kuyruk var ki; hediyelik eşya satılan bölüme bile giremiyoruz. İki ayrı sergi var.
Bir tanesi Norveç te ünlü "Çığlık" tablosunu da gördüğüm Munch'un sergisi diğeri de "Danser sa Vie" diye bir sergi.
Ondan sonraa baktık ki donuyoruz. Semtimiz République'e dönüyoru. biraz yiyecek almak amacıyla da, Monoprix ve Tatie'ye uğruyoruz. Talin pes ettiği için ben bir şişe Bordeaux şarabı alıyorum. 9:10 da otelimize varıp, sıcağın tadını çıkartıyoruz. Talin Ağavni'nin getirdiği Scnapps melon'u içerken, ben de şarabımın tadını çıkartıyorum. Süpper! Ama bir gün daha bitti, gitti...
29 Aralık
Sabah 9 gibi
kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra, Rodin Müzesine gitmek üzere yollara
düştük. “Musée Rodin 21, boulevard des
Invalides, 75007 PARIS”. Metro ile gidiyoruz tabi Vannes’da iniyoruz.
Hava gene
soğuk. Müzeye giriş 10 avro. Geçici bir sergi var. “RODIN 300 DRAWINGS 1890-1917”.
Rodin’in 300 kadar
resim ve dessin çalışmasını kapsıyor. Çoğu kadın cinsel organının çeşitli
açılardan görünümü.
Oradaki bazı pozları vermeyi denese insan sonra nasıl
çözülebilir? Pek tahmin edemiyorum doğrusu. Bu sergi, müze bölümü, bahçe hepsi
içinde. Talin’in ilgisini çekmediği için en yakındaki Café Musée’de oturup, "ninelerimizin ilaçları" diye aldığım bir kitabı okumaya gidiyor.
Ben se; eserlerini çok beğendiğim fakat asistanı Camille Claudel’le olan aşkına sahip çıkmadığıiçin kadının aklını kaybedip ömrünün son 30 senesini akıl hastanesinde geçirmesine neden olduğu için de nefret ettiğim Rodin’in eserlerini yakından inlemeye gidiyorum.

Ne diyebilirim hepsi harika! Rodin’in yaşamında Camille’in yeri çok büyük, tabi Camille’in yaşamında da Rodin’in. Hatta İstanbul sahaflarından bulup da okuduğum “La Main de Rodin” isimli eserde Rodin imzalı bazı eserlerin Camille’e ait olduğu iddası var. Zaten kadında öyle bir paranoya oluşuyor ki, hastaneden dışarı güvendiği bir dr.a gönderdiği mektubunun da okunmaması için mektubu 4 tarafından sıkı sıkıya dikiyor. Okuduğum zaman çok üzülüp etkilenmiştim. Ne diyelim aşık olmamak lazım herhalde.:)
Rodin müzesinin arka bahçesi kocaman bir yeşil alan. Bahçenin sonunda ortasında ve çevresinde Rodin’in heykellerinin bulunduğubir havuz var. Ev ve bahçe çok bütünleşmiş çok aydınlık ve insanı ferahlatan cinsten.

Müzeden ayrılı Talin ile buluştuğumda herhalde aradan 3 saat kaar geçmiş Talin yavaş yavaş fosilleşmeye başlamıştı. Umarım, her zaman, çok sakin ve anlayışlı olan Taloş’um bana çok kızmamıştır.
Les Bourgeois de Calais |
Le Baiser |
Ben se; eserlerini çok beğendiğim fakat asistanı Camille Claudel’le olan aşkına sahip çıkmadığıiçin kadının aklını kaybedip ömrünün son 30 senesini akıl hastanesinde geçirmesine neden olduğu için de nefret ettiğim Rodin’in eserlerini yakından inlemeye gidiyorum.
Ne diyebilirim hepsi harika! Rodin’in yaşamında Camille’in yeri çok büyük, tabi Camille’in yaşamında da Rodin’in. Hatta İstanbul sahaflarından bulup da okuduğum “La Main de Rodin” isimli eserde Rodin imzalı bazı eserlerin Camille’e ait olduğu iddası var. Zaten kadında öyle bir paranoya oluşuyor ki, hastaneden dışarı güvendiği bir dr.a gönderdiği mektubunun da okunmaması için mektubu 4 tarafından sıkı sıkıya dikiyor. Okuduğum zaman çok üzülüp etkilenmiştim. Ne diyelim aşık olmamak lazım herhalde.:)
Rodin müzesinin arka bahçesi kocaman bir yeşil alan. Bahçenin sonunda ortasında ve çevresinde Rodin’in heykellerinin bulunduğubir havuz var. Ev ve bahçe çok bütünleşmiş çok aydınlık ve insanı ferahlatan cinsten.
Müzeden ayrılı Talin ile buluştuğumda herhalde aradan 3 saat kaar geçmiş Talin yavaş yavaş fosilleşmeye başlamıştı. Umarım, her zaman, çok sakin ve anlayışlı olan Taloş’um bana çok kızmamıştır.
Oradan, evinin
nerde olduğunu sorduğumuz kimsenin bilmediği, Balzac’ın evine gitmeye karar
veriyoruz. Kimse bilemiyor ama ben
kafaya koymuşum bir kere. Ne olursa olsun oraya gidilecek. Neyse metrodaki
information’dan bilgi alıyoruz.
Adres: 47, rue Raynouard - 75016 Paris - Métro: Passy, La Muette Tel: 01 42 24 56 38. Pazartesi hariç hergün 10dan 17.40 a kadar açık. Bir kaç yanlış metroya bindikten sonra amacımıza ulaşıyoruz. Evin bulunduğu semt çok güzel, nezih. Hava çok soğuk hatta Talin’le aramızda inşallah Balzac bir çay yapmış bizi bekliyordur diye geyik yapıyoruz. Karnımız çokacıktı ama kapanmadan ulaşmamız lazım buralara kadar gelmişken. Ev 2 katlı yeşil kapılı bahçeli ve de Eiffel manzaralı.
En alt katta Balzac büstleriyle birlikte, camekanlı küçük bir masa var. Burada sanki ünvan meraklısı Balzac'ın yaşamının bir özeti var. O topuzunu meşhur taşlarla bezettiği bastonu, elinin bir kalıbı. Ayrıca, evli rus sevgilisi Madame Hanska ile yıllarca yaptığı yazışmalardan oluşan 2 kitabı. Hanska'nın ona hediye ettiği kitap açacakları, vs. Bu küçücük masaya bence Balzac'ın yaşamı sığdırılmıştı.
Ama bizi heyecanlandıran Honoré’nin oralara dokunmuş olması. Hele küçücük eski masasını görünce dokunmadan edemiyorum. Sanki o anda ordan bir elektrik akımı geçiyor. Müthiş bir şey.
Masanın üzerinde ki kendi el yazılarının üzerine cam koymuşlar. Balzac en çok eser veren yazarlardan biri. Hatta Stefan Zweig’ın Balzac adlı eserinde de okumuş olduğum üzere bir takım eserlerini başkalarına bile yazdırdığı dedikodusu var. Ama ben bu rivayete, Balzac’a yakıştıradığımdan, inanmıyorum. Balzac’ın çalışma masası dışında, evin en çok yerdeki eski küçük kare kare döşeme taşları hoşuma gidiyor.

Tabi bir de Balzac’ın yüzlerce roman kahramanlarının gravürlerinden oluşan bir oda var ki, orası gerçekten çok etkileyici. Goriot Baba’yı, Rastignac’ı, daha bir çoklarının canlanmış hali gibi sanki. Bu odayı ve fikri çok beğeniyoruz. “İnsanlık Komedyası”nın dev yazarını mekanında saygıyla selamladıktan sonra, rahat bırakarak çıkıyoruz. Yalnız bir konuyu eleştirmekten de kendimizi alamayarak görevlilere serzenişde bulunuyoruz. O koca Balzac’a yakışmayacak şekilde satış bölümü olarak kapı girişindebir tezgah ayrılmış, burada da , birkaç kitabından başka bir şey yok. Eh ne yapalım ne varsa onlardan seçip alalım diyoruz. Talin “Cousin Bette”i; ben de “ La Peau de Chagrin” “Tılsımlı Deri”yi satın alıyorum, 4.80 avro. Balzac'ın üç kısıma ayrılarak incelenen “La Comédie Humaine” serisinin felsefi kısmının ilk örneği olan roman, genç yaşında başından geçenler yüzünden intihar etmeye karar veren yoksul marki Raphael'in hikayesi. Tam yaşamından vaz geçtiği esnada, son dakikalarını geçirmek için girdiği bir antikacı dükkanında, dükkan sahibi ona sihirli bir deriden bahseder. Bu deriye sahip olan, her istediğini gerçekleştirecek güce de sahip olacaktır. Ancak, şöyle ki; gerçekleşen her istek sonrası söz konusu deri küçülecek, ve derinin sahibinin hayatı da bununla beraber kısalacaktır. Raphael anlaşmayı kabul eder. Yazarın anlatmak istediği; bazılarımız için ihtiraslara kapılmadan, basit ve sade bir hayat yaşamak mümkün değildir. Bu arzu ve ihtirasların gerçekleşmesinin sonumuzu getireceğini bilsek bile, gene de bunları gerçekleştirmekten kaçınmayız.
Adres: 47, rue Raynouard - 75016 Paris - Métro: Passy, La Muette Tel: 01 42 24 56 38. Pazartesi hariç hergün 10dan 17.40 a kadar açık. Bir kaç yanlış metroya bindikten sonra amacımıza ulaşıyoruz. Evin bulunduğu semt çok güzel, nezih. Hava çok soğuk hatta Talin’le aramızda inşallah Balzac bir çay yapmış bizi bekliyordur diye geyik yapıyoruz. Karnımız çokacıktı ama kapanmadan ulaşmamız lazım buralara kadar gelmişken. Ev 2 katlı yeşil kapılı bahçeli ve de Eiffel manzaralı.
En alt katta Balzac büstleriyle birlikte, camekanlı küçük bir masa var. Burada sanki ünvan meraklısı Balzac'ın yaşamının bir özeti var. O topuzunu meşhur taşlarla bezettiği bastonu, elinin bir kalıbı. Ayrıca, evli rus sevgilisi Madame Hanska ile yıllarca yaptığı yazışmalardan oluşan 2 kitabı. Hanska'nın ona hediye ettiği kitap açacakları, vs. Bu küçücük masaya bence Balzac'ın yaşamı sığdırılmıştı.
Ama bizi heyecanlandıran Honoré’nin oralara dokunmuş olması. Hele küçücük eski masasını görünce dokunmadan edemiyorum. Sanki o anda ordan bir elektrik akımı geçiyor. Müthiş bir şey.
Masanın üzerinde ki kendi el yazılarının üzerine cam koymuşlar. Balzac en çok eser veren yazarlardan biri. Hatta Stefan Zweig’ın Balzac adlı eserinde de okumuş olduğum üzere bir takım eserlerini başkalarına bile yazdırdığı dedikodusu var. Ama ben bu rivayete, Balzac’a yakıştıradığımdan, inanmıyorum. Balzac’ın çalışma masası dışında, evin en çok yerdeki eski küçük kare kare döşeme taşları hoşuma gidiyor.
Tabi bir de Balzac’ın yüzlerce roman kahramanlarının gravürlerinden oluşan bir oda var ki, orası gerçekten çok etkileyici. Goriot Baba’yı, Rastignac’ı, daha bir çoklarının canlanmış hali gibi sanki. Bu odayı ve fikri çok beğeniyoruz. “İnsanlık Komedyası”nın dev yazarını mekanında saygıyla selamladıktan sonra, rahat bırakarak çıkıyoruz. Yalnız bir konuyu eleştirmekten de kendimizi alamayarak görevlilere serzenişde bulunuyoruz. O koca Balzac’a yakışmayacak şekilde satış bölümü olarak kapı girişindebir tezgah ayrılmış, burada da , birkaç kitabından başka bir şey yok. Eh ne yapalım ne varsa onlardan seçip alalım diyoruz. Talin “Cousin Bette”i; ben de “ La Peau de Chagrin” “Tılsımlı Deri”yi satın alıyorum, 4.80 avro. Balzac'ın üç kısıma ayrılarak incelenen “La Comédie Humaine” serisinin felsefi kısmının ilk örneği olan roman, genç yaşında başından geçenler yüzünden intihar etmeye karar veren yoksul marki Raphael'in hikayesi. Tam yaşamından vaz geçtiği esnada, son dakikalarını geçirmek için girdiği bir antikacı dükkanında, dükkan sahibi ona sihirli bir deriden bahseder. Bu deriye sahip olan, her istediğini gerçekleştirecek güce de sahip olacaktır. Ancak, şöyle ki; gerçekleşen her istek sonrası söz konusu deri küçülecek, ve derinin sahibinin hayatı da bununla beraber kısalacaktır. Raphael anlaşmayı kabul eder. Yazarın anlatmak istediği; bazılarımız için ihtiraslara kapılmadan, basit ve sade bir hayat yaşamak mümkün değildir. Bu arzu ve ihtirasların gerçekleşmesinin sonumuzu getireceğini bilsek bile, gene de bunları gerçekleştirmekten kaçınmayız.
Artık açlıktan
ölmek üzereyiz. Ama planlarımızıda gerçekleştirmek istiyoruz. Metroya atlayıp
Montparnasse’a gidiyoruz.
Amacımız Paris’i 360 derece ve tepeden görebileceğimiz “La Tour Montparnasse” ın 56. katına çıkmak. Ama ne mümkün? Upuzun bir kuyruk daha bizi bekliyor.Yok aç bilaç ve de bu soğukta bekleyemeyeceğiz. Paris bizi affetsinJ Oradan bir otobüse atlayarak République’e varıyoruz. Amacımız ilk gün “Chez Léon” da midyelerle yaptığımız açılışı, gene “Chez Léon” da kapatmak. Ama bu sefer midyelerle, şarap değil bira içtik 36.30 avro. Demek ki menü almak daha karlı. Ama değdi, hem de nasıl. Oradan otelimize dönüyoruz. Daha bavullarımızı hazırlayacağız. Ertesi gün yolculuk var. Banyomuzu da yapıp, yatıyoruz.
Amacımız Paris’i 360 derece ve tepeden görebileceğimiz “La Tour Montparnasse” ın 56. katına çıkmak. Ama ne mümkün? Upuzun bir kuyruk daha bizi bekliyor.Yok aç bilaç ve de bu soğukta bekleyemeyeceğiz. Paris bizi affetsinJ Oradan bir otobüse atlayarak République’e varıyoruz. Amacımız ilk gün “Chez Léon” da midyelerle yaptığımız açılışı, gene “Chez Léon” da kapatmak. Ama bu sefer midyelerle, şarap değil bira içtik 36.30 avro. Demek ki menü almak daha karlı. Ama değdi, hem de nasıl. Oradan otelimize dönüyoruz. Daha bavullarımızı hazırlayacağız. Ertesi gün yolculuk var. Banyomuzu da yapıp, yatıyoruz.
30 Aralık
Frankfurt
aktarmal,ı Lufthansa Uçağımız, Charles de Gaulle’den saat 8.50 de kalkıyor.
Sabah anlaştığımız üzere 5.20 de bizi midibüsüyle firma şöförü almaya geliyor. Otel
danışmasından size bilgi veriyorlar. Kişi başı 17 avro ödüyoruz. Terminal
kapısına kadar bırakıyor. Gerçekten çok rahat. 23 kg limitli, tek bavul
bagaja,8 kg.u aşmayan bir küçükçanta da yanınıza alabiliyorsunuz. Tabi yanınıza
aldığınızın içinde çakı, bıçak, sıvı veya
fısfıslı herhangi bir şey olmayacak. Kemal bizi Atatürk Havalimanından
18.30 da alacak.
Gene bir gezi
bitti diye üzülüyorum ama bir tafartan da, bir an evvel eve gidip aldığım
kitapları, şişeleri inceleyeceğim ve aileme kavuşacağımiçin büyük bir sevinç
duyuyorum...
kalemine sağlık öncelikle...unutulmaz 8 gün yaşadık...her gün ayrı bir güzeldi...geceler de otel odasında yenen yemek ve içkiler....beni en çok etkileyen Provins oldu....mutlaka gezilmeli, bence mayıs ayı en ideali...bir de meraklısı için bit pazarları...bana arkadaşlık ettiği ve metro hatlarını bulmakta ustalığı için Reyhanıma çook teşekkürler...tekrarlamak dileği ile...
YanıtlaSilCanım,
SilBirlikte paylaştığımız çok güzel bir geziydi.....
İnşallah birlikte nice güzel gezilere...
Herşey için teşekkürler...